(Hatırlamak ve hatırlatmak adına...)
Çocukluğun her şeyin hatırlandığı ama hiç bir şeyin tam olarak idrak edilemediği karmaşık zamanları. Zamanın inadına yavaş ve zehrini koyultarak aktığı demler. Bir yanım kasabanın görünmeyen güvenli surlarına yaslanıp serinliyor, masum ve çocuk. Diğer yanım huzursuz, algısı oylanmamış bir çocuklukla derin bir endişenin kucağında debelenip duruyor.
Çocuklar aslında daha uzağındayken bile seziyorlar kederi, karanlık ilk onların gözlerinde alıştırıyor kendini hayata. Yetişkinler kederin en zahmetli boğumlarında unutuyorlar çocukların neden saklambaç oynarken en bulunmayası yerleri seçtiğini böyle zamanlarda.
Sırtımı yasladığım koca çınarın(babamın) gölgesinden sıyrılıp hayata karıştığım her an için söylenecek tek şey var: Gece, hep gece. Büyüdüğümde, yetişkin olup duymaya başladığımda dizginleri boşalmış bir dünyanın tozu dumana katan gürültüsünü, o zamanlara ait algım hiç değişmedi. Kötülük ve kan kokan gecelerin upuzun ve setrini yitirmiş karanlığı ve benim iki arada bir derede rüyalara dalışım ve uyanmaktan ölesiye korkuşum...
"Oğlanlar geldi mi hanım?"
"........................"
"Kaç kere söyleyeceğim, akşam ezanından önce hava kararmadan herkesi evde göreceğim diye, kaç kere..."
Bu çağrıyı her gün yinelemekten bıkmayan babamın gözleri endişe ile kızgınlık arasında bir noktada asılı kalırdı bir süre. Ben o arada düşünürdüm; akşam ve ezan ve karanlık ne kadar da bir üçgenin eşitliksiz kenarları gibiydi. Uygunsuz dururdu zihnimde, ezanı anlardım da babamın kızgınlığa varan endişesini, annemin belli etmemeye çalıştığı ama aslında beceremediği evhamını ve pencere önlerindeki tedirgin bekleyişlerini bir kalıbına koyamazdım.
Aksilik akşam gece gibi çökmezdi öyle, uzun ve bitimsiz. Hava öyle inanılmaz bir hızla kararırdı ki, zamanın sarsaklığına nazire yapan bu anları hiç sevmezdim ben. Hala öyledir, akşam çökerken ruhumun üstüne bir balyoz gelir taht kurar ve sığmam sığamam hiç bir yerlere. Akşamla birlikte annemin de omuzları çökerdi, yüreği harlanır ve gözünü karanlıkta bir noktaya dikerdi. Sonra hasbelkader zevale uğramamış genç taifesi birer birer görünürdü sokağın ucundan. Nasıl olurdu anlamazdım ama annem bilirdi o belirsiz gölgelerin doğurduklarına ait olduğunu.
Çocukluk hayalleri ve ablamın ayak altında dolaşmayayım diye elime tutuşturduğu cep fotoromanlarının arasından kafamı kaldırdığımda abilerimin konuşmalarına kulak kesilirdim. "Kahve baskını" derdi en büyüğüm, acıyla buruşurdu yüzü. "kardeşim" derdi, "kollarımda"derken kesilirdi soluğu. "Ulan daha yeni evlenmişti be..." Bir hıçkırık sonra, gözlerini birbirinden kaçıran küçüklü büyüklü "Adam"ların yüreğine çaresiz bir hıçkırık gibi yerleşirdi ölüm. Bense iki caminin beynamazı gibi; bir annemlerin fısıltılarına kulak kesilir, bir abimlerin gündeme dair ağır ve karanlık kelimelerinden anlam devşirmeye çalışırdım. Her iki taraftan da kovulmak kaderimdi. Komşu teyzemin özenle diktiği bez bebeğin elbiselerini huysuz bir şımarıklıkla çekiştirdiğimden bilirdim ki unutulmaya acıyor içim.
Ama sonra, nihayet sonra yemek için sofranın etrafında toplandığımızda, o şımarık küçük kızın uyduruktan masallarına kulaklarını dikerdi herkes. En sevdiğim anıydı günün bu ve kendimi en kalabalık hissettiğim... Dışarıda öfkeli ve tahammülsüz bir gece uzar da gider, biz içerde hala tam tekmil halimizle o sofranın etrafında bulunmanın şükrünü yaşardık. O küçük kızın her gün yeni hülyalarla bezenmiş masalı pür dikkat bir sessizliğin tek yumuşak yanı olurdu. O zaman da çocukluk, masalların yıkadığı kısacık anların toplamıydı. Büyüdükçe kararlı bir nankörlükle uzağına düşülen...
Daha Eylül çok uzak bir hazandı ama yaprak dökümü mevsimlerin gölgesinden sıyrılan bir veba gibi dört bir yanı sarmıştı. Babam "boş yere" derdi her kederli haberde " boş yere"... Ben hep "boş yere" dedim sonrasında kendime, kıyım "boş yere"... nedense böyle hayıflandığını gördüğümde ellerimdeki "buz yanığı" en çok yüreğimi yakardı. Gece bitmezdi, mevsim yazı bulmazdı, kimsenin yüzü kimseye umut olmazdı. Zamanın kederi çocukluğumun beklenmedik vedası gibiydi, katlanılması güç bir veda...
Çocukluğun her şeyin hatırlandığı ama hiç bir şeyin tam olarak idrak edilemediği karmaşık zamanları. Zamanın inadına yavaş ve zehrini koyultarak aktığı demler. Bir yanım kasabanın görünmeyen güvenli surlarına yaslanıp serinliyor, masum ve çocuk. Diğer yanım huzursuz, algısı oylanmamış bir çocuklukla derin bir endişenin kucağında debelenip duruyor.
Çocuklar aslında daha uzağındayken bile seziyorlar kederi, karanlık ilk onların gözlerinde alıştırıyor kendini hayata. Yetişkinler kederin en zahmetli boğumlarında unutuyorlar çocukların neden saklambaç oynarken en bulunmayası yerleri seçtiğini böyle zamanlarda.
Sırtımı yasladığım koca çınarın(babamın) gölgesinden sıyrılıp hayata karıştığım her an için söylenecek tek şey var: Gece, hep gece. Büyüdüğümde, yetişkin olup duymaya başladığımda dizginleri boşalmış bir dünyanın tozu dumana katan gürültüsünü, o zamanlara ait algım hiç değişmedi. Kötülük ve kan kokan gecelerin upuzun ve setrini yitirmiş karanlığı ve benim iki arada bir derede rüyalara dalışım ve uyanmaktan ölesiye korkuşum...
"Oğlanlar geldi mi hanım?"
"........................"
"Kaç kere söyleyeceğim, akşam ezanından önce hava kararmadan herkesi evde göreceğim diye, kaç kere..."
Bu çağrıyı her gün yinelemekten bıkmayan babamın gözleri endişe ile kızgınlık arasında bir noktada asılı kalırdı bir süre. Ben o arada düşünürdüm; akşam ve ezan ve karanlık ne kadar da bir üçgenin eşitliksiz kenarları gibiydi. Uygunsuz dururdu zihnimde, ezanı anlardım da babamın kızgınlığa varan endişesini, annemin belli etmemeye çalıştığı ama aslında beceremediği evhamını ve pencere önlerindeki tedirgin bekleyişlerini bir kalıbına koyamazdım.
Aksilik akşam gece gibi çökmezdi öyle, uzun ve bitimsiz. Hava öyle inanılmaz bir hızla kararırdı ki, zamanın sarsaklığına nazire yapan bu anları hiç sevmezdim ben. Hala öyledir, akşam çökerken ruhumun üstüne bir balyoz gelir taht kurar ve sığmam sığamam hiç bir yerlere. Akşamla birlikte annemin de omuzları çökerdi, yüreği harlanır ve gözünü karanlıkta bir noktaya dikerdi. Sonra hasbelkader zevale uğramamış genç taifesi birer birer görünürdü sokağın ucundan. Nasıl olurdu anlamazdım ama annem bilirdi o belirsiz gölgelerin doğurduklarına ait olduğunu.
Çocukluk hayalleri ve ablamın ayak altında dolaşmayayım diye elime tutuşturduğu cep fotoromanlarının arasından kafamı kaldırdığımda abilerimin konuşmalarına kulak kesilirdim. "Kahve baskını" derdi en büyüğüm, acıyla buruşurdu yüzü. "kardeşim" derdi, "kollarımda"derken kesilirdi soluğu. "Ulan daha yeni evlenmişti be..." Bir hıçkırık sonra, gözlerini birbirinden kaçıran küçüklü büyüklü "Adam"ların yüreğine çaresiz bir hıçkırık gibi yerleşirdi ölüm. Bense iki caminin beynamazı gibi; bir annemlerin fısıltılarına kulak kesilir, bir abimlerin gündeme dair ağır ve karanlık kelimelerinden anlam devşirmeye çalışırdım. Her iki taraftan da kovulmak kaderimdi. Komşu teyzemin özenle diktiği bez bebeğin elbiselerini huysuz bir şımarıklıkla çekiştirdiğimden bilirdim ki unutulmaya acıyor içim.
Ama sonra, nihayet sonra yemek için sofranın etrafında toplandığımızda, o şımarık küçük kızın uyduruktan masallarına kulaklarını dikerdi herkes. En sevdiğim anıydı günün bu ve kendimi en kalabalık hissettiğim... Dışarıda öfkeli ve tahammülsüz bir gece uzar da gider, biz içerde hala tam tekmil halimizle o sofranın etrafında bulunmanın şükrünü yaşardık. O küçük kızın her gün yeni hülyalarla bezenmiş masalı pür dikkat bir sessizliğin tek yumuşak yanı olurdu. O zaman da çocukluk, masalların yıkadığı kısacık anların toplamıydı. Büyüdükçe kararlı bir nankörlükle uzağına düşülen...
Daha Eylül çok uzak bir hazandı ama yaprak dökümü mevsimlerin gölgesinden sıyrılan bir veba gibi dört bir yanı sarmıştı. Babam "boş yere" derdi her kederli haberde " boş yere"... Ben hep "boş yere" dedim sonrasında kendime, kıyım "boş yere"... nedense böyle hayıflandığını gördüğümde ellerimdeki "buz yanığı" en çok yüreğimi yakardı. Gece bitmezdi, mevsim yazı bulmazdı, kimsenin yüzü kimseye umut olmazdı. Zamanın kederi çocukluğumun beklenmedik vedası gibiydi, katlanılması güç bir veda...
(Yeni Edebiyat Yaprağı /7. Sayı)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder