12 Aralık 2014 Cuma

Sır'rın Kanatlarında Gece

(Hem yaramız, hem şifamızdır)


Başkaları “diye girdi muhabbete öyle orta yerden. Zaten ne zaman bir araya gelsek ya bağdaş kurardı yere - o zaman bilirdik ki uzun susmaların ve yitip gitmelerin vaktidir- ve gözlerini olmayana dikerdi. Ya da şöyle kurulurdu üst başa, meselemizin tuvaline umulmadık bir rengin sayhası düşerdi. Ses miydi, içimizde tüten dumanı mıydı ‘yok’luğun?

Bu defa garip bir hal vardı üzerinde. Sanki bir kapının açılmasını bekler gibi saygıyla başını öne eğmiş, bir yandan da kimsenin görmesini istemediği bir endişeyle dondurmak ister gibiydi ânı.

Anlayabilmek zordu ki zaten hiç öyle salıvermezdi kolay kolay zihninin koridorlarına kimseyi. Verdiği kadarına rızalığımız gizli bir anlaşmanın en önemli maddesiydi de biz yine de her defasında, O’nu kendi meçhulune yolcularken, dönüp birbirimizin gözlerinde arardık bu esrarı.

Merak”dedi bir gün, -sabırsızlığımıza tevekkül katan manidarlığıyla- “Merak sonuçlarına tahammül gösterebileceğiniz kadarıyla mâkuldür. Fakat genellikle o sınırda durulmaz ve o eşikten sonrasına teşnedir tecessüs”

En sabırsızımızın dilindeki sessiz hecelere gözünü dikip kararlılıkla devam etti:

Dünya tecessüssünüze zenginlik katacak meyvelerle dolu. Bir bakın etrafınıza ama yeni doğan bir çocuğun gözlerini ödünç alın da öyle bakın. Daha önce yeşilin tonu ne kadarıyla esir etti gözlerinizi? Sırtınızı yasladığınız şu dağın heybeti en son ne zaman titretti içinizi? Ya dönen mevsimlerin her birinde değişen ruh dünyanız ve görebileni kendine aşık etmeye ayarlı cümbüşü tabiatın? Yekdiğerinize diktiğiniz bakışlarınızdaki pası silin de öyle bakın. Sürekli şikayetçisiniz bir şeylerden, ne istediğini bilmeyen huzursuz birer çocuk gibi sızlanıp durmanızdan hayata ne ki?”

O’nu tanıyorduk artık ve O’ndaki kendimize ayna tutabilmeyi öğrenmiştik. Bu yüzden peşisıra gelen sualden haberdardık her birimiz.

Peki o sınır neresi ve hangi gaflet ânında kör bir kuyuya atlar gibi korkusuzca salar insan kendini?”

Belli ki bu gece çetin geçecekti, o her zamankine benzemeyen hâli bize de sirayet etmişti çoktan. Zaten nasıl bir esrarın dibini bulurdu karanlık ve nasıl uykulara düşman kan çanağı gözlerimiz diretirdi rüyalara bilmiyorum. Şöyle sereserpe hayal kurmamıza da izin vermezdi ki,soluk alabilsin diye içimizdeki serâzatlık.

Yanlış anlaşılmasın, su gibi anlatırdı şehadetinden ırak olduklarımızı; bazen nazlı bir yağmurun sabaha eren sükûnetine eş, bazen gürül gürül bir ırmağın yürek hoplatan coşkusuna ortak ederdi. Ne olursa olsun su gibi anlatırdı her şeyi, su gibi…

Müptelalığımıza aldırmaz görünür, hayranlığımızı abartılı bulur, üstelik dudak bükerdi gözlerimizdeki parıltıya. “Ah !”derdi, bu hallerimize içerlendiği zamanlarda en çok, ”âh ! Aynamdan dökülen kusurlarım, olmazlarımın surlarında bir top mermisi gibi patlayan süslü püslü kelimeler, hükmümün geçmediği balçığı ruhumun, âh!

O ruhunu örseledikçe -ki öyle derin bir acıyla burkulurdu ki böyle zamanlarda yüzü- biz birer ruh sahibi olmaktan ve onu örseleyememekten muzdarip, bendimizden boşanır, bir uçurum yamacında sıra sıra dizilirdik. O zaman değişirdi havası birdenbire, gülümserdi. Hem de karanlığı delen bir hâleyle. Biz yine ne olduğunu anlamak için gözlerinde -o anlatmadan asla bulamadığımız halde, her defasında umutsuzca yeniden- bir cevap arardık. Hani hafifmeşrep olmasa da ağırlığımıza yelken olacak bir cevap…

Gece gözlerindeki muhabbet olurdu, gece bir şahanelikle günü beklemeden ışırdı, gece sevda olurdu, vuslat olurdu, iğde kokardı, baharda damara yürüyen cân gibi…

Biz olurduk O’nunla “hiç”leşen, biz olmazdık eşiğinde bekleşen…

Sorularımızın maskesi düşer, sonsuz bir teslimiyete uzanırdı yollar. Uzun uzun susardı sonra, gece bitmezdi.
Uzun uzun dinlerdik soluğunu biz, gün kendini kuytularda gizlerdi.

Neden sonra birdenbire ayağa kalkar, kapıya yönelir ve mırıldanır gibi “sonraya”derdi sırtı bize dönük,“sonraya…Kanatlarınızı onarmaya…”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder