23 Kasım 2024 Cumartesi

Yol Üzgün Bir Telâş

Karanlığın içinden geçiyor zaman. Camın kenarına iliştirilmiş sehpanın ayakları ayarsız, vagonun duvarlarında hatıralardan yorulmuş soluk renkli gölgeler, sessizlik bölüyor rayların homurtusunu. Kadının alnındaki iz, camın buğusunu aşındırmış taze. Adamın ellerinde huzursuz bir şiir oyalanıyor. Birlikte çıkıyorlar yola, istasyonun birinde. Eski bir hikâye; kadının düşü adamın sesine varmadan önce de biliniyordu, yolculuk son çare.

Birlikte çıkmışlardı yola. Bir gökkuşağı gerekliydi bir de koşar adım ilk dileğin ellerine tutunacak heves. Kurulmamış cümleler vardı, birkaç ömre sığardı. Şehir efsanesini çoktan salmıştı havaya, rüzgâr bestelemişti şarkılarını, havada asılı bahar ve çiçeklerin baygın kokusu,yaseminler, menekşeler…

Uzun beklemişlerdi birbirlerini efsaneye göre. Hiçbir aşk bu kadar hakedilmemişti ve hiçbir mektup mazrufunu böylesi bir sadakâtle sakınmamıştı kem gözlerden. Her yeni güne bir şiir armağan edeceklerdi; umutlu, sevecen. Düşlerin sarnıcında biriktirdikleri yağmur tanelerine işleyeceklerdi aşkın en onulmazını.


Hepsi boş, diye söylendi kadın, başlangıçların büyüsünü düşlerle bezeyen bu eller artık benim değil. Tenimi yoklayan ürperişlerin yabancısıyım, yitirdim tılsımını sevmelerin. Şiirimiz eksik, kederimiz sahte, aşk tekinsiz…

Herkesin hikâyesi kendine, diye mırıldandı adam. Bu küçücük kompartımanda ellerimiz böyle uzakken birbirine, hangi deniz dinler içimizden taşanı? Hangi liman saklar bizi derinine? Bak, rayların bile şarkısı anlamadığımız bir dilden yayılıyor geceye.
Gece, hep gece…

Yol bıkkınlık verici bir kararlılıkla uzuyor bu karanlık sessizlikte. Şair “susmanın kalesine” sığınıyor da, öncesinden mahrum bırakıyor insancıkları. Şair büyük hülyâlara kocaman adımlarla batmayı biliyor da, yanaşmıyor sırrını kimseyle paylaşmaya.

Şairler bencildir, diye içleniyor kadın, ah ne zor şimdi bunu yüksek sesle söylemek. Adam, yüksek ses kadınlara yakışmıyor, diye geçiriyor içinden, içinin damarları kuruyorken çarpılan bir kapı sesinde. Şarkıda takılan plâk, durmadan tekrarlıyor “…gece ki ruhum, gece ki ruhum, gece ki…”
Şu tünelin ucu bir türlü görünmedi, bitmedi bu körlük ve ah cama yansımayan gölgeler ne ürkütücü.

Kırık bir ayna, kendini boşlukta gizlemiş nasılsa. Kadının gözleri aynanın kırık kenarında. Bir cümle olsam, diyordu, bir cümle; bütün sesler kendini bir tek cümlede vursa yollara. Yollardaki çakıl taşları ayaklarımı kanatsa, her adımda biraz daha ağırlaşsa adımlarım… Yine de sakınmasa kendini aynada diğer yarım.

Kusur müptelâsısın sen, diyordu adam, kapının çarpma sesinden hemen önceki son durakta. Şu plağın cızırtısı bir tek seni aşık ediyor kendine, yollar zaten bitimsiz bir şiir ayaklarının altında, bir tek sen meraklısın duvağı açılmamış düşlere. Bir tek sen işte.


Her istasyonda bir eski hatırayı savuracaklardı rüzgâra, başlarken böyle sözleşmişlerdi. Trenin istasyonlarda duracağı yoktu oysa, yolcuların tamamı yerleşmişti vagonlara, tek bir nefes bile raydan çıkarabilirdi kaderi.

Durmadan yol almak da neyin nesi, diye içlendi adam. Durup dinlenmeden, derlenip toparlanmadan, bir yol çeşmesinden içmeden kana kana, içimin kuruması geçer mi ki?

Kadının gözleri aynanın kusur tarafında sabit.Adam, sehpanın uzak köşesinde unutulmayı umuyor. Trenin homurtusu sarsıyor camları, rutubet kokusu yayılıyor kompartımanın açık kalan kapısından içeri. Küçük bir sarsıntı, neredeyse dray olacaktı ucuz atlattık, diyor kondüktör karanlığa doğru. Karanlığa doğru yol alıyoruz hepimiz, hepimizin içinde sayısız giz, bunu da iliştiriyoruz hikâyeye derkenâr niyetine.

Yolları tünellerle böldüğümüzden beri, yolculuğun ritmi bozuldu, diye içleniyordu kadın. Bu bölünmüşlükle gözümüzdeki perdeyi kaldırıp bir türlü giremiyoruz oyuna. Biri ‘sahne’ dese ürperiyoruz, uygunsuz tek bir tını bölüyor uykularımızı, geceyi yıldızların koynuna emanet edip de varamıyoruz bir türlü sabaha, ya bir daha göremezsek ışığı?

Bütün ayraçlara kırgınsın, diyordu adam kızgınlıkla, bir solukta tüketmek için çıkıyorsun yolculuklara, üstelik daha ilk durakta daralıyor nefesin,bu acele niye?
Kaldığım yeri unutuyorum, diyordu kadın, hatırlamak için yeniden başlıyorum kitaba. Kendime seçtiğim roman kahramanıyla aynı molada dinleniyoruz, O gidiyor ben kalıyorum kitabın orta yerinde. İşte tam da bu yüzden, tünellerin ve ayraçların canı cehenneme.

Kondüktör trende kaybolan bir çocuğu annesine kavuşturuyor, kısa bir mutluluk arası…
Karanlıkta göz kırpıyor adam yeni bir hikâyeye, parmakları tedirgin…
Kadının elleri camın buğusuna en sevdiği şiiri çiziyor, hecesi kaçmış…
Tünelin ucundaki ışık umursamıyor hiç kimseyi, nasılsa bitecek bu kesif hikâye.
Kederi kadere yoran tüm istasyonlara aynı bildiriyi bırakıyor hikâyeci: Yormayın biçâreleri; yol uzun, yol üzgün bir telâş…

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder