Karanlığın içinden geçiyor zaman. Camın kenarına iliştirilmiş sehpanın ayakları ayarsız, vagonun duvarlarında hatıralardan yorulmuş soluk renkli gölgeler, sessizlik bölüyor rayların homurtusunu. Kadının alnındaki iz, camın buğusunu aşındırmış taze. Adamın ellerinde huzursuz bir şiir oyalanıyor. Birlikte çıkıyorlar yola, istasyonun birinde. Eski bir hikâye; kadının düşü adamın sesine varmadan önce de biliniyordu, yolculuk son çare.
Birlikte çıkmışlardı yola. Bir gökkuşağı
gerekliydi bir de koşar adım ilk dileğin ellerine tutunacak heves. Kurulmamış
cümleler vardı, birkaç ömre sığardı. Şehir efsanesini çoktan salmıştı havaya,
rüzgâr bestelemişti şarkılarını, havada asılı bahar ve çiçeklerin baygın
kokusu,yaseminler, menekşeler…
Uzun beklemişlerdi birbirlerini efsaneye göre. Hiçbir
aşk bu kadar hakedilmemişti ve hiçbir mektup mazrufunu böylesi bir sadakâtle
sakınmamıştı kem gözlerden. Her yeni güne bir şiir armağan edeceklerdi; umutlu,
sevecen. Düşlerin sarnıcında biriktirdikleri yağmur tanelerine işleyeceklerdi
aşkın en onulmazını.
Hepsi boş, diye söylendi kadın, başlangıçların
büyüsünü düşlerle bezeyen bu eller artık benim değil. Tenimi yoklayan
ürperişlerin yabancısıyım, yitirdim tılsımını sevmelerin. Şiirimiz eksik,
kederimiz sahte, aşk tekinsiz…
Herkesin hikâyesi kendine, diye mırıldandı adam. Bu
küçücük kompartımanda ellerimiz böyle uzakken birbirine, hangi deniz dinler
içimizden taşanı? Hangi liman saklar bizi derinine? Bak, rayların bile şarkısı
anlamadığımız bir dilden yayılıyor geceye.
Gece, hep gece…
Yol bıkkınlık verici bir kararlılıkla uzuyor bu
karanlık sessizlikte. Şair “susmanın kalesine” sığınıyor da, öncesinden mahrum
bırakıyor insancıkları. Şair büyük hülyâlara kocaman adımlarla batmayı biliyor
da, yanaşmıyor sırrını kimseyle paylaşmaya.
Şairler bencildir, diye içleniyor kadın, ah ne zor
şimdi bunu yüksek sesle söylemek. Adam, yüksek ses kadınlara yakışmıyor, diye
geçiriyor içinden, içinin damarları kuruyorken çarpılan bir kapı sesinde.
Şarkıda takılan plâk, durmadan tekrarlıyor “…gece ki ruhum, gece ki ruhum, gece
ki…”
Şu tünelin ucu bir türlü görünmedi, bitmedi bu
körlük ve ah cama yansımayan gölgeler ne ürkütücü.
Kırık bir ayna, kendini boşlukta gizlemiş
nasılsa. Kadının gözleri aynanın kırık kenarında. Bir cümle olsam, diyordu, bir
cümle; bütün sesler kendini bir tek cümlede vursa yollara. Yollardaki çakıl
taşları ayaklarımı kanatsa, her adımda biraz daha ağırlaşsa adımlarım… Yine de sakınmasa
kendini aynada diğer yarım.
Kusur müptelâsısın sen, diyordu adam, kapının çarpma
sesinden hemen önceki son durakta. Şu plağın cızırtısı bir tek seni aşık ediyor
kendine, yollar zaten bitimsiz bir şiir ayaklarının altında, bir tek sen
meraklısın duvağı açılmamış düşlere. Bir tek sen işte.
Her istasyonda bir eski hatırayı savuracaklardı
rüzgâra, başlarken böyle sözleşmişlerdi. Trenin istasyonlarda duracağı yoktu oysa,
yolcuların tamamı yerleşmişti vagonlara, tek bir nefes bile raydan
çıkarabilirdi kaderi.
Durmadan yol almak da neyin nesi, diye içlendi adam.
Durup dinlenmeden, derlenip toparlanmadan, bir yol çeşmesinden içmeden kana
kana, içimin kuruması geçer mi ki?
Kadının gözleri aynanın kusur tarafında sabit.Adam,
sehpanın uzak köşesinde unutulmayı umuyor. Trenin homurtusu sarsıyor camları,
rutubet kokusu yayılıyor kompartımanın açık kalan kapısından içeri. Küçük bir
sarsıntı, neredeyse dray olacaktı ucuz atlattık, diyor kondüktör karanlığa
doğru. Karanlığa doğru yol alıyoruz hepimiz, hepimizin içinde sayısız giz, bunu
da iliştiriyoruz hikâyeye derkenâr niyetine.
Yolları tünellerle böldüğümüzden beri,
yolculuğun ritmi bozuldu, diye içleniyordu kadın. Bu bölünmüşlükle gözümüzdeki
perdeyi kaldırıp bir türlü giremiyoruz oyuna. Biri ‘sahne’ dese ürperiyoruz, uygunsuz
tek bir tını bölüyor uykularımızı, geceyi yıldızların koynuna emanet edip de
varamıyoruz bir türlü sabaha, ya bir daha göremezsek ışığı?
Bütün ayraçlara kırgınsın, diyordu adam kızgınlıkla,
bir solukta tüketmek için çıkıyorsun yolculuklara, üstelik daha ilk durakta
daralıyor nefesin,bu acele niye?
Kaldığım yeri unutuyorum, diyordu kadın,
hatırlamak için yeniden başlıyorum kitaba. Kendime seçtiğim roman kahramanıyla
aynı molada dinleniyoruz, O gidiyor ben kalıyorum kitabın orta yerinde. İşte
tam da bu yüzden, tünellerin ve ayraçların canı cehenneme.
Kondüktör trende kaybolan bir çocuğu annesine
kavuşturuyor, kısa bir mutluluk arası…
Karanlıkta göz kırpıyor adam yeni bir hikâyeye,
parmakları tedirgin…
Kadının elleri camın buğusuna en sevdiği şiiri
çiziyor, hecesi kaçmış…
Tünelin ucundaki ışık umursamıyor hiç kimseyi, nasılsa
bitecek bu kesif hikâye.
Kederi kadere yoran tüm istasyonlara aynı
bildiriyi bırakıyor hikâyeci: Yormayın biçâreleri; yol uzun, yol üzgün bir
telâş…
Bu yazı şairlerle bir alıp veremediğiniz var gibi hissettiriyor nedense. Ancak anlamakta zorlandığım ve bana tuhaf geleni şiirin başka bir boyutunda gezinen birinden gelmesi bu.
YanıtlaSilİkinci bir husus, uzunca beklemelerin sonucunda kavuşulduğundan ve hiç bir aşkın bu kadar hak edilmediğinden bahisle başlayan hikâye niçin içten içe karşılıklı atışmaların ve birbiriyle kavgalı görünen bir hâlin yansımasıyla devam ediyor?
Şairler yalancıdır efendim ve fakat ne onlarla olunuyor ne onlarsız. Başka bir arayışın içindeyimdir belki, kim bilir? Şair değilim, şiir değil kalemimden dökülenler, gibiliğine aldırmıyorum. 'Yaratma' yetisine yakın olan insanların; karanlık köşelere, birdenbire gitmelere, coşkuyla sevip el çabukluğuyla terk etmelere zaafları var. Doğal olarak kendilerini müstağni ve mazur gördükleri fildişi kulelerinde rüzgâr çok kuvvetli eser, tutunabilen bir sonraki şiirin kanadından düşmeye en yakın olandır. El-hak doğrudur, şairlerle kavgam bitmez.
Silikinci husus: Kadim açmazlar; kadınla erkek, aşıkla maşuk, yani özetle aslında insanla insan arasında. Başlarken ortak bir dile imza attıklarını düşünen bir adam ve bir kadın, yolun çatallandığı ve dilin köreldiği her durakta biraz daha yabancılaşıyor birbirine. Üzerine o kadar uzun konuşuyoruz ki bu konunun ama hâlâ çok uzağındayız anlamanın. Çünkü çözemediklerimiz agresifleştiriyor bizi. Boyun eğmek gibi geliyor her anlama çabası, yekdiğerimizden aynı çabayı görmedikçe. Kör noktalarımız; bizi yol ayrımına getiren bilinmezlerimiz. Bu hikâye de nasibini alıyor bu dilemmadan işte. Çatiştikları noktalara dikkat kesilin lütfen.
"Karanlığa doğru yol alıyoruz hepimiz, hepimizin içinde sayısız giz"
'Şairler yalancıdır' ifadeniz çok fazla genelleyici bir ifade değil mi? Mesela şair olmayan yalancılar da varken hem de.. Birkaç kelimeyi eline versen ondan bir cümle oluşturmaya kabiliyeti olmayan bir insan da fevakalade bir yalancı olabilir. Bir insan hem mühendis hem yalancı, hem öğretmen hem yalancı, hem işletme sahibi hem yalancı, hem işçi hem yalancı olabilir pekâlâ. Hem şair hem yalancı, hem roman yazarı hem yalancı, hem deneme yazarı hem şair de olabilir. Aynen bir insanın hem okur hem yalancı olmasının mümkün olduğu kadar mümkündür bu.
YanıtlaSilBence eli kalem tutan, kelâmı iyi kullanabilen insanlardaki en büyük hastalık kendilerini sevebilecek ya da kendilerinin sevebileceği kişlerde de aynı özelliği aramaları.. 'beni kelâmın en şâhı ile sevsin' arayışı belki de bu..
Neyse uzmanlık alanım olmadığı için daha fazla hüküm beyan edici cümle kurmak istemiyorum. Ama mesela Sezai Karakoç üstadı bir yalancılık genel vasfı ile aynı kategoride görmek beni üzerdi. Kimsenin söyleyemediği şeyleri söyleyebildiği, sürekli bir put yıktığı için aykırı bulunan İsmet Özel'i de.
Kesinlikle haklısınız, yalancı olmak için şair olmaya gerek yok. Sözün en güzeliyle aldatmak başka bir boyuta taşıyor fiili, kastım bu. Yoksa yalanı spor edinmiş insandan geçilmiyor bu hayatta ve kapladıkları alan insanı ürkütüyor. Maalesef yine haklısınız. Kalem erbabının böyle bir dramı var, kelâmın en şâhı ile sevilmek…
SilTepegöz sarhoşluğu deyin siz buna, ben fildişi kule aymazlığı diyeyim. Onların da dramı bu, belki de İsmet Özel de bu yüzden bu kadar yalnız ve bu kadar keskin ve katı bakıyor olaylara. Linç yemeyi göze alarak içimden geçeni söylüyorum. O öyle bir kalem ki, basamakları üçer beşer çıkmalı aşkına talip olan, tahtına ortak olamasa da anlayabilmeli O’nu. Bunun için şiirinin kalbinden seslenmeli Şair’e. Değilse şiir gibilik vasfı taşımalı insan en azından.
Üstâd’a gelince… o benim içimde derin bir yara. Şair evet ama şiirle aldatan asla. Şiirle aydınlatan ve derinliğiyle zenginleştiren bir başka âlemdi Sezai Karakoç. Ama yalnız ama münzevi, sürgünlüğünün bitmesini sonuna kadar hak eden…