26 Kasım 2024 Salı

Harabat Mevsimi

 

Yoncanın düşü…Birkaç kelime… Göz seğirmesi…

Tam da kıyamet öncesi,  son çığlık gibi deliyor gökyüzünü kuşların sesi. Bizden öncekiler uzun oturmuş belli, hasta bir mevsime sığmış gölgeleri. Küllerini ağaçlara asmış kimi, eskitilmemiş kıyafetlerin. Çocuklar acıya değmeden yaşayadurmuşlar isli bir gökyüzünün altında. Çocuklar ah, hafızasızlığı evrende asılı duran bu yaşlı kürenin. Çelik çomak bile değil, saklambaç hiç, kör bir ebeye denk geliyor belki kuru bir yaprağin çıtırtısına yakalanan ses. 

Bizden önce ayak izlerimiz mi inmiş yeryüzüne? Belki Nakkaş’ın oyunudur bu kurgu, bu hatırlayış. Şarkılar nihaventmiş daha, notalarında ağaçların, pembe tüller uçuşurmuş havalandıkça kuşlar. Hep bir ağızdan söylenirmiş bülbülün şarkısı, gül kendine afili bir intiharı yakıştırmadan önce. Bütün bunlar elbette düzmece. Geçmiş, bugün, gelecek… yaşasaymışız bulurmuştuk bir bahane şarkıları bölecek. Bulmuşlar nitekim öncekiler de. 

Aşk mı? Düpedüz efsane işte. Geçmiş zaman odur ki, Mem’in satrançta yenildiği ilk. Hikâyelerin Beko’su bilir, Zin’in sürmeli gözleri perdenin gerisindedir. Beko zaten hep bilir, hilenin huyu suyu zehirdendir. Ayrılık bu yüzden hep imkân dahilindedir. Ve elbette ölüm nihayet, efsaneye yakışır iki hece.  Kahve köşelerinde bile dillerde dolaşan işte bu söylence. “Nerde o eski…” Ah dizlerinde uyuduğumuz özlem, Bu eprimiş zamanı yutan kadran ve kendini aynı rahimden doğuran insan…

 Şahitliğimiz eski, akdimiz derin; velev ki mavi yeni, akasyaların şuhluğu taze, çimenlerin gözleri nemli. Mevsimlere bölünmüş yazgımızın döngüsü; geçti yaz, elimizde kalan sapsarı bir hazan. Yağmurun ninnisi duyulacak uzaktan, yapraklar şaşmaz bir kararlılıkla göz devirecekler toprağa, başlayacak yeniden bu hileli oyun, unutturacak kendini ılık yaz geceleri.  Bu kış uzun olacak, diyecek geçkinler, uzun ve çetin. Buna inanacağız. 

 Üşüyoruz yavaştan. Çerçiler son kez bir boncuğun nazarına değiyor, bacalarımız da tüter birazdan. Nasılsa kestane kokusu ve eskilerden bir plak, bu defa hüzzam. Hikâyeler eski bir boşluğu çağırıyor, bizden öncekilerin bıraktığı gibi duvardaki kilim, bilindik geyik desenleri ve kasnaktaki etamin ki ince hastalığa tutulmuş daha demin. Genç bir kızın düşünü saklıyor gece, en yağızına bir hecenin. Yüzünde bir tebessüm, belli ki henüz yazdır elleri. Gecenin siyahına meftun bir ürpertidir yoklayan içimizi. Susup düş’leniyoruz; uykumuz öyle derin, öyle derin.

 Yazgısı malûm, harâbat mevsimidir.  Rüzgâr, bir hışımla çıkagelir, sesinde kararlı bir öfke, çok beklemiştir. Yaprakların secdesini huzura kabul eden Nakkaş, sezgisini fısıldamıştır rüzgâra, o artık yağmurun eşlikçisidir. Başlasın şarkı, kurulsun düzen, sızsın kapı aralıklarından efsunlu gölgeler. Kışın uzayan saçlarına tutunsun bütün cümleler, bir dalgınlıkla geçiversin hazan.

 Ah ki işte insan; toprağın hizasında, kalbini yaprakların umuruna yaslayan. O’nun soyundan geliyoruz hepimiz, hem eski bir yalanı daha kaç kez bölüşebiliriz? Gidilmemiş Yol’un izleri silinmiş dizelerden, Şairlerin de hükmü yokmuş zaten. Sakınabilir miyiz kendimizi dünyadan, korkularımızın gölgesine sığınabilir miyiz gerçekten? Son gibi değil, ilk zaten eski, kış geçene kadar gülü saklayan bülbül, bütün hikâyeyi yeniden yazmalı, hep yeniden. 

1 yorum: