Yeni bir şey söylemiyorum; duysun beni nefesi şiir kokan kuytular, neşeli şarkılar fısıldayan yaz çiçekleri, umut taciri kuşlar… Hayatın sıratında duruyor kelimelerim nihayet; gitmekle solmak arasında, susmakla unutmak arasında. Bütün vurgunluklarımı dağıtıyorum etrafa, bulsun dengini ve kırsın dünyanın çürümekten yapılma dizlerini. Bir pul kadar değeri yok bulup kaybetmelerin yaş aldıkça zaman, bir pul bile satabilir kendini unutulmuş bir rüyaya, kurutulmuş bir hülyâya. Esniyor durmadan içim, esniyor ve kabarıyor, sığmıyor kendine; dünya uğultulu bir kovan, yaldızlı cümlelerin bezginliği bakÎ. Sen bu günahın en beyaz tarafındasın sanki. Sus payı vermiyor kibrin ve konuşmak yaramıyor yarana, hatırlamak ki senin paramparça aynan, sığınmışken bir sırra.
Yeni bir şey söylemiyor bana hayat biliyorum, beklemiyorum da. Hangi pencere hangi hayâlin bozgununa açılır ve hangi yanılgı gizlenir kuytusunda karanlığın? İnsan bir yalana kırılmak için neden bu kadar hevesli, sezgilerinin intiharına böyle sarsıntısız bağlıdır, neden? Suya yazmak gibi, suya, yani hafızasızlığa, umursamazca… Sözcüklerin hayâl sattığı doğru, sustuklarında kuruyan ırmakların la’neti hatırlatıyor çaresizliğini insana. Başka türlü olsa, bir daha yıkansak o ırmakta ve hayat o ân’dan başka bir handa konaklamasa. Yalın bir sözcüğün yakamızda nasıl durduğuna aldırsak ve yaşamak denen tedirginliğin başımıza açtıklarını yok saysak…
Yolumu şaşırıyorum; yol kaçırıyor gözlerini çalılıklara takılan düş ölümlerine uzandıkça, sapıyor güzergâhından. Bir yar kenarında konaklıyor bütün çıkmazlar, başlıyor aralarında tatlı bir atışma. Hiçbir dilde karşılığını bulamadığım bir ikindi sıkıntısı boğuyor tüm sesleri, seçemiyorum renkleri. ‘Adımdan gayrısını bilmiyorum’ diyor Şair ve yine şiir, yine şiir… İnsan bir ikindi sıkıntısına her şeyini feda edebilir; yıkabilir bendlerini ve asabilir ansızın daraağacına sevinçlerini, saatlerini en güzel yenilgiye kurabilir. İnsan vehmedebilir aşka ki neden olmasın yani aşka yani kadîm yanılgıya, umutsuzca… Aşk ve umut bir yalana bağdaş kursun ve sussun gerisi…
Bağışla! Kendine gün süsü veren aydınlığı, yıldızsız gökyüzünün altında kurulan düşleri hatta. Bu pus dağılmayacak, belli. Bu şehrin gergefine yalnızlığı işlemiş kadınlar, sonra onu kilitli bir sandığa kapatmışlar. Bu yüzden hikâyesizliğini bir kader gibi taşıyor alnında. O kadınların yüzlerini arıyorum şehrin aynalarında, sokakların ruhu paramparça. Günler günleri kovalıyor, mevsimler yer değiştirip adres şaşırtıyorlar, duvarlar ansızın aşıyor boyumu. Dilim varmıyor anlatmaya; sokaklar çocukları terk ettiğinden beri küskün akşamüstleri birikiyor kaldırımlarda. Hani meselâ bir meşin yuvarlağın izine takılmıyor ayaklarım, sobelenmemek için sakınıyorum kendimi bir ağaçtan, ağaç sakınmıyor kendini kederden oysa. O kadınların yüzleri evlere dönük, evlerin pencereleri demirden.
Bitmeyen şarkı yapmışlar son meczubun hatrına. Şehrin arka sokaklarını adımlarken mırıldanıp duruyorum, şarkı uzadıkça nakaratını şaşırıp yeniden başa sarıyorum. Mevsimler geçmiyor bu yüzden, yolcu terk etmiyor viraneleri, kederin dili susmuyor. Renkleri sınıyor meczup: Papatya sarısı, gök mavisi, su yeşili… Zincirlemiş kendini yaşamak denen sanrıya, tuvalinde benzersiz bir karmaşa. Bulabilsem izini, sesine varabilsem, dokunabilsem rüyalarına, kuşkularımın kadehi kırılsa… Bir yağmur boşalıyor, yarılıyor gök kahrından, siliyor izlerini. Toprağın muradı yüreğin çölüne sağır, yükü ağır yola düşenin.
Bavulumda cümleler, cümleler, cümleler… Hangi birini nereye ekmeli bu kuraklıkta? Kiminin umudu sinmiş hecelerine, kimine umut olmuş da ağıdına yol vermiş. Dünyanın nazarı değmiş kimine, bir daha gün ışığı görmeye yetmemiş ömrü. Bir önceki kırgınlık resmi bavulun duvarına yapışmış, hiç okunmamış bir dize nasılsa sığışmış yeni kıyafetlerin arasına, ah o kahkaha sonrası kırılan vazo, o bile bir parçasını sinsice eklemiş yüküne. Zaman içinde kaydı düşülmüş nedensiz yakınmalar, bir parçası eksik kalmış gülümsemeler, mutluluklar hatta artık hayata dair olmayan.Yolculuk boyunca kenarları aşınmış, derisi pul pul dökülmüş bir bavulun yorgunluğunu nasıl anlatmalı? Haramilerin gölgesi sinmiş hazinesine, kapanmış içine, kurumuş dili. Bir cümle olsa, düşürse kendini ayaklarımın dibine ve hayatı dize getirse, tek cümle. Sonra emanet etse kalbini ölüm düşüne. Bir sapak bulunur, diyor ölüm düşü, seyrini terke zorla kalbini, hiç mi çarpmadın sen buzdan sayhalara? Çarptım, bedenime vurdu gölgesi yitirmelerin ve sesimi parçalara ayırdı soğuğu üşümelerin. Siz gidin, ben bu yükle hep gitmekteyim.
Ben bu şehre değil, şehir bana küskün. Gözlerimde kalan kırık dökük bir yansıma, kırılan bir aynanın derinliğinden düşen bir çığlık, sessizliğe sızmış bir çığlık... Geceyi içime çektiğimde, kendi gövdemi bulamıyorum.. İçimden bir zamanın toprağına gömülüyor... Ve ben, bir toprak daha, bir yitik daha, bir suskunluk daha arıyorum. Şehir gözlerimin dışında bir yabancı, yüzüne bakmak istesem de yaklaşamıyorum... Her adımımda daha da kayboluyorum, karanlıkla sarılmış bir hayalet gibi... Yüzüm eski bir duvarın gölgesine yansımaktan başka bir şey yapmıyor. Belki de hep yabancıydım bu sokaklarda, belki de hep düşlerimdeydim. Ve biz, her birimiz bir çeyrek yüzyıl daha kayıp hayallerle geçip giden kuytularda avare, zamanın kudretinden şüphe duyarak, yavaşça yitiriyoruz renklerimizi. Evet, yaşadık, ama kimse fark etmedi yaşadığımızı. Belki de hayat sadece sessizce geçip giden bir gölgeydi. Bir şey var orada, her şeyi kirleten bir şey; kırmızı, boyalı dudaklardan akan yalanların içinden geçip yıkılan bir evin duvarlarında yazılı. Hangi göğüs var ki, bu şehrin cehenneminde tutunabilir? Her nefes bir yitik zaman ve her an bir yara daha açıyor göğsümde. Ve biz, biz mi kalacağız geriye? Bütün bu şarkılar gözlerimde titrerken susuyor, kelimelerim parçalanıyor birbirinden ve sözlerimin savrulduğu rüzgâr her şeyi silip süpürüyor. Bir âvâre daha, her şeyin tam ortasında, yitirdiği ellerini daha büyük kayıplara kavuşan bir dünya için uzatıyor. Ne duruyor bu yolda, ne de durduğum yerde... Her adımım bir eksiklik, her adımım bir ihanet. Hayat, bir türlü gölgesini geride bırakmıyor ve yine başlıyor yeni bir terk edilişin gönülsüz yolculuğuna. Bir rüzgar daha, bir kuşun kanadında kaybolan sözler kadar uzak. Nereye giderim, bilmem. Her yer bir yıkım, her köşe bir çığlık, her adımda yorgun düşen bir ömür, kaybolan umutların gölgesinde birer birer yitik zamanlar toplanıyor. Ve ben, bütün bunları derinden, içimden sessizce gülümseyerek, görerek, hissediyorum... Ama ne fayda, bir tek cümle daha yetmez, bu boşluğa bir adım daha bensiz düşecek her şey. Ve hiçbir kelime yitirdiği zamanın yankısına dokunamayacak. Bütün bu zaman, bir sövgü gibi dudaklarımda duruyor, geriye hiç bir şey bırakmadan. Bir kuş daha savrulacak, bir gövde daha bu kaybolan sokaklarda bensizliğe terk edilecek. Ben bu şehre değil, şehir bana küskün...
YanıtlaSilŞehirlerin ruhu örselenmiş, sakınıyoruz ruhumuzu bu çoraklıktan. Oysa elinden tutup ayağa kaldıracak olanlarımız da sırtını dönerse, nasıl çözülecek dili sokakların, derdini içine akıtmaktan çürümeye durmayacak mı?
SilKalem kaleme durmuş, seyrine kuşlar dikkat kesilmiş, lâl olmuş dilleri gönüllüce. Şehir küsmesin, kelimelerin intiharına varana dek susmasın da.