Nash, zihnimin derinliklerinde yankısını bulan bir fırtınanın adıdır.
Güvenin-her defasında içi titretip korkudan öldürse de-yeniden ve yeniden denenmesi…
Aklı fazlaca kurcalamanın kimseye getirisi olmadığının anlaşılması…
Cesaretin ve sevginin ruha iyi gelenine karar verilebilmesi…
Aklın zorladığı sınırlardan sadeliğe ve dingin bir kabullenişe sığınılması…
Huzura ermenin anahtarının aslında çok basit bir formüle dayandığının farkına varılması…
Ve,filmin yüreğime hızlıca çarpan o son konuşma sahnesi:
“Hep sayılara inandım, içinde bir mantık olan denklem ve hesaplara. Ancak hayatım boyunca onlarla uğraştıktan sonra, mantık nedir diye soruyorum. Buna kim karar veriyor?Araştırmalarım sırasında fizik, metafizik ve hayal alemlerine gidip geri döndüm. Ve kariyerimin en büyük buluşunu gerçekleştirdim. Mantıklı nedenler yalnızca ama yalnızca gerçek sevginin gizemli denkleminde bulunabilir. (Alicia’ya dönerek)bu gece burada olmamı sana borçluyum, var olmamın nedeni sensin. Sen benim mantığımsın. Teşekkür ederim.”
Yalnız tabi ki her zaman her Nash’e bir Alicia düşmez bu hayatta.Tıpkı Şiran’ın yerine Mehmet’in ikame edilemediği gibi…(Ki Şiran ve Mehmet mevzuu uzun. Elbet bir gün sıra ona da gelir. Rodoplu benim derin yaramdır zira.)
Bir mecnûn gökteki yıldızlar kadar Leylâ içinden ayıklamalıdır kendi Leylâ’sını. Ne kadar da uzak bir ihtimal gibi gözüküyor bu eşleşme.
Hikâyemizde aklımızın bize oynadığı oyunların her zaman bir karşılığı da olmayabilir, Ya da biz farketmeden bir işaret fişeği çakar zihnimizde ve akıl gölgelerin peşinde sürüklenir. “Hiç bitmeyen öykü”gibi uzar da gider.
Belki bir yerinde kelimelerin yerini sükût, bilginin yerini saf düşünce alır ve kurtuluş reçetemiz tutuşturulur elimize Yaradan tarafından.Yalnız her zaman o kadar dosdoğru bir çizgide ilerlemez serüvenimiz ve anlam veremediğimiz, kontrol etmekte güçlük çektiğimiz süreçlerden geçeriz.
Daha az yaralanmanın yolu evet ve şüphesiz “kalbi parlatmanın”formüllerine kulak vermektir.
Zihnimiz o kadar çok “malûmat”la dolu ki, bildiklerimizi süzgeçten geçirecek alan bile bırakmamış kendimize. Sıkıntılarımızın tarifi nâmümkün-lüğü bundan belki.
Aynı filmleri izlemiş, aynı kitapları okumuş, aynı mevzûlarda saatlerce tartışmış, aynı kavramlarla düşünen iki (daha fazla da olabilir) kişi arasında kelâmı daha iyi becerenin yaptığı monolog gibi olmuş bu yazı. Kelimeler, kavramlar, isimler ve duygular üzerinden göndermelerle yüklü. 'Akıl Oyunları' mı oynuyoruz?
YanıtlaSilNash’in mahareti o. Biz sadece aklı oyuna sokmaya çalışan taraflarız. Bunun için bazen ‘delirmeyi’ göze almak gerektiğini bilecek kadar tanıyoruz sınırları.
Sil"Huzura ermenin anahtarının aslında çok basit bir formüle dayandığının farkına varılması" Nedir bu basit formül; insanların hep arayıp, uğruna savaşlar verip, canlar yaktığı?
YanıtlaSilKabullenmek ve sadeleşmek... O kadar çok yığınla dolu ki hayatlarımız ve bitip tükenmeyen itirazlarınız hayatın getirdiklerine. Huzursuz ruh sendromu dozunu kaçırdığımız bir rutine dönüşüyor böylece. Savaşı verilip de kazanılacak bir şey değil ki bu. Aksine yenilmek gönüllüce,
SilSoruların sığlığına kızmayın. Hani iyi bir romanın bitmesine üzülüp, hiç bitmemesinin istenmesi kabilinden iyi bir hatibin ya da iyi bir kelâmcının konuşması uzasın, hiç bitmesin diye sorular sorulur ya... O cihetten alınız.
SilEstağfirullah! Olur mu? Benim de gözden kaçırdığım satıraralarına ışık tutuyor sorular. Süzgeçi seyreltiyor, teşekkür ediyorum.
Sil"Yanlış hesap Nash’den döner" Bu da değişik bir gönderme olabilir mi? Bağdat'ın yerine ikame edildiğine göre?
YanıtlaSilBu kendime bir gönderme. Nash’in kazandığı savaş, Alicia’nın gözlerindeki huzura karşılıktı. Hikâyenin büyülü tarafı da, imkânsız gibi görünen bu ‘son’du. Her iki taraf için de zorlu bir sürecin kazananlarıydı onlar, ne ile? Aşkla deyip sıyrılabilir insan içinden ama o sadece filmlerde olur. Oysa emek, sebat, tanımlanamaz o bağ... Nash’i ve Alicia’yı özel kılan bunlar.
Sil"Zihnimiz o kadar çok “malûmat”la dolu" Bence bu lüzumsuzluğu biz icâd ediyoruz. Adı büyük, içi boş kavramlar, (f)ilmler kendi eserimiz değil mi? Mesela içinde insan olmayan rakamlarla modellemeler yapıp, adına 'iktisâd' bilimi diyoruz. Basit bir anlayışla tüm bu modelleri yıkmak mümkünken, daha çok karmaşıklaştırmayı daha engin bir ilim zannediyoruz. Halbuki sadece 'basit' iki heceden ibaretiz.
SilBütün bu tâli ‘lüzumsuzluklar’ daha çok mutsuzluk ve adını koyamadığımız huzursuzluklar hediye ediyor bize. ‘İktisâd’...
SilNe afili kelime. Takas yaparmış insan, al ihtiyacını, ver ihtiyacımı. İhtiyaç zinciri o kadar yalın ki... Kalemler çetrefilleştikçe böyle kavramlarla güya derinleştiriyoruz ve adına bilim diyoruz bir de.
Basite indirgeyelim o zaman: Para bâtıl bir dindir.
YanıtlaSilYerindedir bence:)
SilHem gerçek, hem mecâz anlamıyla. Din kelimesinin ilk sözlük anlamı 'borç' olduğuna göre bâtıl bir borçtan bahsediyoruz, aslında karşılığı olmayan, birtakım insanlar tarafından icâd edilen bir borçtan, yâhut borçlandırılmadan. İnsanlar bu bâtıl borca ibâdet (ki bunun da sözlük anlamı kölelik demek) ediyorlar. Çok tanrılı bir din:)
SilBir kâğıt parçası ve zincirlerini satın alan insan... yahu gerçekten akıl alır gibi değil.
SilYakında kutsallığına istinâden teması da yasaklanacak olan... Virüsten tahâret..
SilYerini neferleri çoktan aldı zaten: Banka kartları. Nash’den buralara nasıl geldik, akıl oyunları işte:)
SilBiraz önce duyduğum bir cümleyi alıntılıyorum: Para dininde "birşey size karşılıksız veriliyorsa ürün sizsiniz."
YanıtlaSilSosyal medya platformları için söylenen bir söz. Kimse de neden diye sormaz, kaşıma gözüme mi hayran da Zucherberg bana bedava hizmet versin.
SilBen ilk defa duydum biraz önce youtube'da bir video seyrederken. Youtube da bedavaydı değil mi:? Kime ürün oldum acaba??
SilKapitalizmin tanrılarına: reklamcılar:)
SilReklamsız izlemeniz için ücret ödemeniz lâzım, bu defa biz ne oluyoruz? Tövbe:)
İronik olan ise, eleştirirken dahi bunları kullanıyor olmamız.
YanıtlaSilEvet kullanıyoruz, onları:)
SilNash oyunun ağababası efendim:)
Nash de bu oyunun bir parçası:)
YanıtlaSilBence hedef tüm dünyayı Hindistanlaştırmak.
YanıtlaSilBlack Mirror serisini eğer izlemediyseniz, tavsiye ederim. Bu ve benzeri birçok soruya karşılık gelen çarpıcı bir dizi.
Silİyi polis, kötü polis mi desem? Sonuçta ikisi de polis ve prangayı bir şekilde bileklerine takıyorlar. Batı'nın görmekten hep kaçındığımız yanlarından bir tanesi de yaptığı özeleştiri illüzyonu ile bizi tekrar kendisine bağlaması... "Ben kötüyüm, ama beni de en iyi ben eleştiririm." modu. Bunun bir de “Kendi muhâlifimi de kendim yaratırım.” türevi var. Bu hiç değişmedi. Bu illüzyon ile potansiyel sistem karşıtlarını da kendi içerisinde eviriyor ve onlara da başka hastalıklar enjekte ediyor. 'Kapitalizm' vs 'Marksizm' bunun ekonomi-politik olarak tarihsel ilk altyapı-üstyapı örneği. 'Modernizm' vs 'Post Modernizm' ise en yakın örneklerden. Modernite ile sistemin potansiyel karşıtlarını dize getirdiler önce, imparatorluklar ve dinin oluşturduğu müesses nizamları (Hak vs Batıl tartışmasına girmeden genel müesses kurum ve kuramlardan bahsediyorum) yıktılar. Sonra moderniteye gelebilecek muhalif hareketleri de mâlum illüzyonu ile postmodern masallarla başka bir mecrâya kanalize ettiler. Mutlak doğru, ya da herkesin kabul edebileceği ahlaki doğruları da önce göreceli hale getirip aileden başlayarak mahremiyet, cinsiyyet ve diğer bilumum mefhûmları çökertiler, etnik kimliklere saygı ve tanıma hikâyeleri ile toplumları atomize ettiler, beraberinde 'çevre bilinci', 'kuantum', 'transandans', ‘kelebek etkisi’ gibi cicili bicili elbiseler ile damardan girip güya kapitalist üretim modunun karşıtlarını üretiyoruz illuzyonu ile insanları sorgulamayan mankurt müzmin tüketici ve sözümona 'dünya vatandaşı' haline getirdiler. Kendi icâd ettikleri moderniteyi ve politik izdüşümü olan ulus-devletleri yıkıp, değersiz, yargısız, her kalıba girebilecek android tiplerden oluşan topluluk yığınları oluşturdular. Aslında 'Batı' diye genel ağız alışkanlığımız olarak kullandığımız sistemik yapı coğrafi sınırlara bağlı olmadığını, sürekli kabuk değiştirerek yeni istismar çarkları oluşturabileceğini ve yarın gerekirse, ki gerekecek, 'Doğu'dan yeniden doğabileceğini, önemli olan sistemin reenkarnasyonu olduğunu tâbir-i câizse gözlerimizin içine soka soka göstermesine rağmen, illuzyondan kurtulamadığımız için bizi kendisine hep âşık kılmayı başardı. Hem bizi tutsağı yaptığı kumarbazlığımız içine hapsetti, hem de “Kasa her zaman kazanır.” repliklerini beynimize nakşederek müzmin mağlûb olduğumuz genel kabûlünü din hâline getirmeyi başardı. O yüzden çarkın kendinin icâdı olan tenâsüh vasıtası platformların ürettiği, güya günah çıkartan, muhâlif görünümlü yeni inşâ mekanizmalarına pek de itibar etmiyorum. Bir mâlâyani keyif olarak seyrediyorum ya da okuyorum bu tip yapıtları, filmleri, dizileri; seyir zevki güzel, senaryoları heyecan verici, ama bu illuzyona karşı pergelimin sâbitesi belli. Yürekten gelmeyen herşey sığ ve sahte, istedikleri kadar ‘akıl oyunları’ oynasınlar.
SilKesinlikle katılıyorum, her kelimesine. ‘Batı’ özellikle görsel medya araçlarını mükemmel bir ilüzyon aracı olarak kullanageldi. Özellikle hollywood filmleri bu merkezli çalıştı tarihi boyunca. Önce dozunda bir özeştiri yalanı, sonunda ise amerikan bayraklı bir zafer. Tarihî hezimetlerini bile-Vietnam- gibi, zafer edasıyla işleyen bir ustalık ancak şeytan aklı olabilir dedirtiyor insana.
SilBunu en derli toplu işleyen Alev Alatlı’nın Hollywood’u Kapattığım Gün adlı kitabıdır. Arka bahçeye projektör tutar ve film şirketlerinin kaynağına dair önemli ipuçları verir.
Bunu bilerek ve dezavantajı avantaja çevirerek izlemek lâzım. Black Mirror teknolojik esaretin geldiği ve geleceği noktayı bütün çıplaklığıyla ortaya koyuyor.
Alev Alatlı entellektüelliğine saygı duyduğum düşünür-yazarlardan. Ancak ben onu mühtedî bir Batılı gibi görüyorum. Yukarıdaki Batı orjinli tez-antitez hikâyesinin anti-tez kısmında olan muhaliflerden birisinin ihtidâ ettiğini tahayyül edin. Alev Alatlı benim gözümde bunun müşahhas halidir. Yerli olarak düşünmeye-yaşamaya çalışır, ama fikir dünyasının kodları Batı-içi-Batı muhâlifi menşe'lidir. Kuantum fiziğinin felsefî boyutunun yansıması, görecelilik, kaos teorisi, kelebek etkisi kavramların Türk entellektüel dünyasına ilk sistematik sunumu Alatlı sayesinde olmuştur. Bizim entelijansiyamız da yeni bir ufuk gezintisi bâbında Alatlı hayranlığına yelken açmıştır. Alatlı'nın samimiyetini sorgulamak değil niyetim. Düşünce kodları hibrittir ki, tam da eleştirel post modern dalganın Batı'da oluşturmaya çalıştığı tiplemenin yerel izdüşümüdür. Umarım bu yazdıklarım Alatlı'ya olan sevgi ve saygınızdan ötürü sizi rencide etmemiştir.
Sil
Silnur zelal9 Mayıs 2020 05:46
Neden etsin, kimseye insanüstülük, kusursuzluk atfedemem. Alatlı benim için tüm ârızî düşüncelerine rağmen okunası bir kalem olmuştur. Onun gibi sıkıntılı bir âraf hâlinde yaşayanların harman düşünceleri maalesef bir türlü belini doğrultamayan bir yapıya sahip. Ama zihin dünyamı zenginleştiren tarafıyla saygım bakî, o ayrı.
Bir de Batı'daki 'eleştirel okul'a mütemadiyen sıla-i rahim yapar gibi yaşayan bir güruh var ki, Alatlı onlara nispeten çok daha saygıdeğerdir. Çözümleme yapmak için kafa patlatır en azından. O gürühsa fikir tembelidir, çok okumalarına rağmen. Batı'yı Batı içinden eleştiren tiplere hastadırlar. Bu okuldan hazır 'fikir hap'ları alarak yaşamayı tercih eder ve bununla da büyük düşünür tipi olurlar. Solda da İslamcı camiada da çok örneği vardır bunun. Kendileri oturup eleştirel çözümleme yapmak yerine, Batı'daki sistem karşıtı olanların fikirlerini iktibasla yetinirler. Cem Yılmaz'ın mukavvâdan ev yapan kadın tiplemesini anlatırken kullandığı "çizilmişi var" resminin oluşturduğu tipoloji.
SilNeyse herşeye maydonoz, herşeye muhalif oluyorum, kışkışlanmam yakındır.
Cem Yılmaz örneği iyiydi:). Fikir haysiyeti o kadar mumla arar olduğumuz bir şey ki, muhalif olmaktan başka bir yol bırakmıyor insana. Bu kadar özenti zihin, habire batılı fikir adamlarından alıntılar yapan kalemler, tembel, bozuk saat gibi aynı yerde dönenip duranlar... Sevimsizliğimize sebep onlardır. Kışkışlanması gerekenler de...
SilBir kısmımız Batı hayranı, diğer kısmımız da Batı'da kusur bulan muhalif Batılı hayranı:)
SilO hâlde bir kısmım yok benim. Raketleri izleyen boynu sakata girmiş o seyirciyim efendim. Artık seyredemiyorum, işin cahiliyim:)
SilHâsıl-ı kelâm, boşverin Nash'i, Alicia'yı filan; biz kadim Leylâ'mıza dönelim:)
SilDönelim dönelim de O’nu da Mecnûn çölde kaybetti:)
SilLeylâ...
SilFuzûlî’den bağımsız bakarsak, ki hikâye Fuzûlî orjinli değildir, öncesi de var, Leylâ Mecnûn hikâyesinin bir karşılığı var mı yaşadığımız dünyada, sorusu geliyor akla. ‘Nerede o eski aşklar?’ güzellemesi yapmayacağım. Evet, kuşkusuz her alanda yakamıza yapışan dejenerasyon ‘aşk’ın kimyasını da bozdu. Fasd-food kültür sadece mideyi fesada uğratmadı, beraberinde getirdiği adına ‘hız’ denen illet, önüne ne konursa sildi süpürdü. Hitâplar bile nasıl ruhsuz: ‘Aşkım, sevgilim, böcüğüm, manitam, boyfriendim...
İrite edici... yüreğindekini diline dökmekte mahcup, sevdiğinin zülfüne dahi gönül titreten, türkülerle serinleyebilen, sevdâsı yüzünden okunan, kimi zaman vuslatla taçlanmayan içli bir hastalıkla göçüp giden sevdâlıların mevsimi geçti evet. Ama büsbütün yok olduğuna inanmıyorum ben. Değil mi ki Neşet Baba’nın türküleri hâlâ gönül titretiyor, sayıca az da olsa gerçek sevdâların kapısında nöbete duranlar var. Az, evet. Seslerini duyamazsınız gürültüden, kaybolup gidenlerdir onlar hız çağında. Çünkü sevdâ, soluğa işlenen mühürdür. Göz gördüğüne, kulak işittiğine aldırmaz. Sevdiğinin dilinden dökülecek bir tek heceyi duyabilmek için gürültüye kapılmaz. Bir köşede sessizce bekler, belki sevdiğinin silüeti görünür de kalp onunla sükûn bulur diye.
Sevda... Başlı başına sıcak ve adanmışlık ifade eden bir kelime. Nash ve Alicia'yı bırakıp Leylâ'ya dönelim derken bunun arka planındaki ruh köklerini kastediyordum ki, Neşet Baba göndermesi yaparak tam da oraya bastınız. Aşkın, sevdanın kimyâsını bozmakla mes’ul tuttuğumuz fast-food kültürünün parçasıdır Nash ile Alicia, ya da ön ayakçılarındandır. Bize sevmenin nasıl olması gerektiği ve de kıvamı görsel ürünlerle bir şekilde dayatılır, ve bu dayatma ile sevmenin kimyâsı kademe kademe aşağı çekilir ve süflîleştirilir. Muhtemel bir sevgili kaybında da süflîleşmenin yansıması olarak sevdanın beraberinde gelmesi beklenen hatıralara sadâkat arkaik bir mefhum olarak kullanılır ve yerine hemen yeni bir kabullenme (ya da kabullendirilme) ikâme edilir: “Hayat devam ediyor.” Kevin Costner’ın Aşk Mektubu filminden başlayarak günümüze kadar aşkın evrimini nasıl tamamlandığının sürecini takip edebiliriz. Nash eskir, Alicia’yı kimse hatırlamaz ama Leylâ bir simgedir, bir çağrışımdır ve eskimez. Sevdanın eş anlamlısıdır Leylâ. Kendini kaybedip ortada dolananları ya da sürekli dalgın yaşayanları Leylâ diye çağırırız tam da bu yüzden. Zîrâ bilinçaltımızdaki Leylâ figürü hep canlıdır. Kadim Batı’da bile böyle bir figür yoktur, ki mevcut süflî Batı’da bir benzeri bulunsun. Fuzûlî’nin Leylâ’ya yaptıkları adalet bâbından ayrı bir mülâhazayı gerektirse de, edebi tonlamalarımızdaki, şarkı ve türkülerimizdeki Leylâ algısı ve vurgusu bizim ruh köklerimizdeki sevgiliye adanmışlığımızı akseden bir göndermedir. Biz sükût-u hayâllerimizi bile ‘Sende mi Leylâ?’ ile dile getirmez miyiz? Şarkıya rağmen Mevlâ’yı bulma yollarında Leylâ’dan da vazgeçmeyiz; içimizdeki ideal, ya da umut hep Mevlâ’yı Leylâ ile beraber bulmaktır. Aksini iddia edenin Leylâ’sı cüzdanı olandır fakirin kanaatiyle.
SilHa bir de şu repliğmizi tekrar edelim: "Leylâ bir özge candır"
Sil“Leylâ bir simgedir, bir çağrışımdır ve eskimez” Ne güzel, kaldığı yerden devam eden bir yorumdur bu. Ben girizgâhı yaparken aklımda ve Leylâ... demek vardı. Nasıl köklü, nasıl sarsılmaz bir gerçeklikle aramızda dolaşır hâlâ. Türkülerde, şarkılarda ve evet göndermelerimizde yaşatırız O’nu, asla yitip gitmesine izin vermeyiz. Sanki Leylâ eksilirse dilimizden, bir daha düş görememekten ya da hüzünlenemekten korkarız şöyle gönlümüzce.
SilBatı kaldıramaz ki böyle bir figürü. Dostu Mevlâ olanın harcıdır yâreni Leylâ olmaklık. Hem nerden bilecek batı, Leylâ’sını çağıran’göğnün vîrâneliğini?
Batı edebiyatında ya da görsel ürünlerinde 'gece' cinselliği ya da kendini kaybetmişliği çağrıştırırken, bizde sevdanın eş anlamlısı diye bildiğmiz figürü, Leylâ'yı, akla getirir. Leylâ sarıp sarmalayan, baştan aşağı kuşatan, bildik tüm kusurları örtüp kapatandır, yâni gecedir. Rûhun ve zihnin kendini en iyi hissettiği zamandır Leylâ. Batı'da gece ürkülesi, korkulası bir zaman dilimi iken, bizde ruh aydınlığı, gönül yangınlığıdır Leylâ... Erişilmez, ulaşılmaz aşka 'kara sevda' demeleri belki de zamanla gerçek anlamın yitirilmesindendir. Aslında kara sevda gece ile aşkı bir araya getiren Leylâ'nın tam da kendisi değil midir? Nash'in halüsunatif dünyası ne bilir kıymetini gecenin? Olsa olsa bir korku iklimidir onda gece. Bizde gece 'ay'dır, hem Leylâ'dır. Leylâ, ah, Leylâ...
SilNash'de kâbustur gece, Kays'ta rüyâdır Leylâ...
Sil“Her an gözümde perdesin
SilNere baksam sen ordasın”
Dünyanın bütün ‘aşk doktorları’ biraraya gelse böyle tarif edebilirler mi sevdanın Leylâ’casını. Kara sevda Leylâ olmalı, evet. Ve geceye en çok yakışandır, ay gibi ışıldayan bir sevda. Bitmez ki gece gündüz hikâye edilse, nasıl bir hazine, ne mümbît bir kaynak...
Biraz da mahcubiyet değil midir Leylâ?
SilHem mahcûbdur Leylâ, hem Leylâ'dır mahcûb...
SilEsaslı motto: “Hem mahcûbtur Leylâ, hem Leylâdır mahcûb”
SilNash'in soğuk aklı, Leylâ'nın mahcûb irfanına toslamaya mahkûmdur.
SilTamam teslim!:)
SilNash hezeyanlarıyla boğuşadursun, biz Leylânın izini sürelim. Bir daha Alicia’nın gözlerine neşîdeler dizersem, ‘gece’den olayım:)
Yok Leylâ'dan olmayın. Alicia'nın gözleri Leylâ'nın saçlarını görse idi, mil çekerdi onlara...
SilBu akşam rüyamda Leylâ'yı gördüm,
SilDerdini ağlarken yanan bir muma;
İpek saçlarını elimle ördüm,
Ve bir kemend gibi taktım boynuma,
Bu akşam rüyamda Leylâ'yı gördüm. “
Nash'îdeler devri kapandı mı şimdi yâni?
SilBütün devirler geçici, Leylî hep bendendir. ‘Bir deli Leylâ’nın mekânıdır burası ezelden. Yâni Leylâ’yla yoldaşlığımız kadîm...
SilKâys'ı da görmüşlüğünüz vardır o vakit. Bir çift söz etmişliğiniz var mı Leylâ'ya dâir?
SilKâys’ın aklı kendine yâr olmadı ki, Leylâ’yı anlatayım O’na. Bak, diyeyim, Mevlâ zaten içinde, Leylâ yanıbaşında. Ne biri ne öteki, ikisi de Yâr sana. Değiştir yazgını, silkin at üstündeki fuzûlî ağırlığı, gör. Leylâ kum taneciklerine akıttığı incilerden kolye yapmış gerdanına, mahzunluğu âşikârdır. gece gözlüdür, bir bakışta tanırsın yeniden.
SilDaha neler derim de, içimden gelmez, bir kere yüz çevirenin sevdasına gönül indirilmez.
Yine farklı bir pencere, yine çarpıcı çıkarımlar. Şiran ve Mehmet?
YanıtlaSilŞiran ve Mehmet Alev Alatlı’ ın Or’da Kimse Var mı? roman serisinin önemli iki karakteri. Benim için bir kilometre taşıdır o seri.
SilFilmi defalarca izledim ama senin kaleminden kritiğini okumak başka. Şimdi izlediğin filmleri ve kritiklerini merak ediyorum Nur. Acaba ne zaman nasipleniriz bundan?
YanıtlaSilAslında film kritiğine özel bir blog hazırlamıştım ama bir türlü fırsat bulamıyorum yenilerini eklemeye. Film okumak ve yazmak bambaşka bir yoğunlaşma gerektiriyor. Umarım dağınıklığımdan yol bulup ha gayret diyebilirim:)
Sil