13 Mayıs 2020 Çarşamba

Kış Uykusu



"kötü" ve "iyi" tanımlamalarındaki keskinliğin yol açtığı yanılgıya güzel bir cevap diye başlamalı söze: Kış Uykusu

Alâka kurulsun diye filmin diyaloglarından sızan şiddete ve eleştirilerdeki-zaman zaman bel altı- zalimliğe dikkat çekmek lazım. Safını hep "iyi" den yana tutmuş her bir karakterin kendi safına oranla karşıyı nerede gördüğü ve bu yanılgının tam da "koşulsuz iyi" geni taşıdığına olan inancından beslendiği...
Aydın'ı belki de en iyi deşifre eden ve tabiri caizse içini dışına çıkartan itham karısından geliyor:
"Vicdan, ahlak, ideal... Bu sözler ağzından hiç eksilmedi. Bir insan bu lafları bu kadar çok tekrarlıyorsa asıl ondan şüphe etmek lazım." Hazmedilesi değil ama incelenmeye değer...

Aydın; kötülüğü tanımlayabilecek verilerden yoksun, elitist bir yazar. Yoksun, çünkü kötülüğe mendilindeki kir mesabesinde bile yakınlaşmamış hiç. Bu yüzden inandırıcı gelmiyor en yakınındakilere, O'nu en iyi tanıyanların zihninde sahici bir duruşu yok. Korunaklı bir kalede iyilik nutukları çekmek kolay diyor Ceylan, arenaya hiç inmemiş bir insanın iyi-kötü muhasebesindeki özgül ağırlığının hükmü ne ola ki? Kötü bir adam değil bu adam ama iyi olmak için de fazla hijyenik...

 Necla; atâletini asâlete evirme felsefesini güzel kotarıyor. Bilinçli bir edilgenlik onunkisi ve kendini bu yolla saygıdeğer kılma çabası içerisinde. Hayata karşı kıpırtısız duruşunun ardında kocaman bir başarısızlık öyküsü gizli. Ya geç ya da yarım kalmışlık. İşte tipik bir en büyük kötülüğü kendine reva gören insan hali. Sorsanız, karıncayı bile incitecek potansiyeli taşımaz ama kendi ruhunu ezip geçmekte mahir...

Nihâl; bu hikayenin en çok ağlayan ama en az ağlanası tarafı... Güçsüzlüğünü gösterme şeklindeki koyvermişlik sizi onun için üzülmek fikrinden uzaklaştırıyor. O kadar çok "iyi"lik gözyaşları döküyor ki, Aydın'ın bakışlarından-ki ustaca aktarılmış beyazperdeye- kesintisiz dökülen "acıma" ve hatta "aşağılama"hali öfkelendiriyor ister istemez sizi. İşin garip tarafı Aydın'dan çok Nihâl’e öfke duyuyorsunuz, zira gönüllü bir esarete kurtuluş reçetesi yazılamaz ve bunu ne "iyi" ne de "kötü" hanesine oturtamayacağınız Nihâl ne de güzel biliyor. Hayırhahlığı bile yeterince doğrultamıyor belini karakterin. Zira bu filmdeki hiç bir duygu gibi bu da yeterince sahici değil.

Nuri Bilge Ceylan, insan üzerinden vuruyor tokmağını aklımıza, bütün ârazları, varları ve yokları ile insan. Abartısız, yalın, doğrudan ve en kestirme haliyle: İnsan... Yani "İyi" ile "Kötü"nün karındaş olduğunu unuttuğu anda yanılan. 



87 yorum:

  1. "...gönüllü bir esarete kurtuluş reçetesi yazılamaz" yazının belki de en vurucu cümlesi bu. Bir zamanlar 'duvar yazıları' kartpostalları vardı. İçinde bir hayli bohem söz ihtivâ edenleri olsa da, çok vurucu cümleler de vardı. Onlara ilâve edilebilir bir cümle.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Filmi seyrettiniz mi?

      Sil
    2. Vaktiyle boğularak seyretmiştim. Yazınızı okuduktan sonra bugün daha az boğularak bir defa daha seyrettim. Boş bir film değil elbette. Beylik, felsefi cümleler çok kullanılmış. Şahıslar, karakterler, seçili temalar ve kullanılan cümleler ile sürekli bir mesaj verme kaygısı güdüyor. Bu bazen filmin sahiciliğini yitirmesine sebep oluyor. Fazla fiktif filmleri ayağı hiç yere basmıyor diye seyretmiyorum. Ya da seyretsem de fazla zevk almıyorum. Bunun aksi olan aşırı realist filmler ya da doğrudan hayatın içinden kesit sunan filmler de, ki Kış Uykusu bunlardan birisi, benim enerjimi tüketiyor. Film film gibi olmalı diyorum. Belgesel ayarında drama arasam, doğrudan insanların içine girip hayat hikayelerini gözlemlemeyi tercih ederim. Biraz fiktifliğin kimseye zararı yok. Yerli Tarkovski olma çabası bende pek pozitif etki bırakmıyor işin açıkçası. Bu konuda size ters düşme ihtimalim bir hayli yüksek:)

      Sil
    3. O zaman Ahlat Ağacı’nda epeyce nefessiz kalmış olmanız lâzım. Mesaj içerdikleri doğru Ceylan, filmlerinde hayatın içinden gerçek karakterler üzerinden yapıyor bunu. Her filmde dozunu arttırdığı-son filminde özellikle- bıktırıcı bir mesaj bombardımanına tutması yoruyor insanı evet. Yalnız son dönem türk sinemasında seyredilir bulduğum yönetmenlerden kendisi. En azından saçma sapan, toplumsal örgüde hiç bir yere oturtamadığınız, entel dantel denemelerden çok daha sahici. Bu türlüsünü de seviyorum sinemanın, Görsel bir şölen şezzeti veren sanatsal filmler de. Galiba karakterlerin seçimindeki ustalık, bir filmi konusundan daha çok çekiyor beni. Tarkovski olma çabası... Yerel motiflerin olmadığı yama senaryolar yakalayamaz ki seyirciyi. Meselâ Staller’ı ben çekiyor olsaydım, İsa figürünü böyle konumlandırmazdım. Ama Tarkovski hünerli bir zihin kaşıyıcı, görsel ve işitsel ustalığı çağdaşlarından ayırıyor O’nu. Ki Nostaljia’sı ayrı bir yazı konusu.

      Sil
    4. Hem insanla birebir muhataplıktansa, şimdiye kadar gözlemlediklerimi derli toplu vaziyette ve yorulmadan izlemek daha iyi değil mi? Yaşlandım artık, insan zehirlenmesinin de miadı doldu. Eyvah! Necla’ya mı döndüm bu durumda?:)

      Sil
    5. Yazım hatalarından dolayı özür diliyorum. Oruç bünyeyi fena sarsıyor, zihni de.

      Sil
    6. "Hem insanla birebir muhataplıktansa,..."
      "yapılmışı var" diyorsunuz yani:)

      Sil
    7. Elbette. Zaten zihin otobana dönmüş, birileri çalıştırsın saksıyı, elde çitlembik izleme zevki de bizim olsun:)

      Sil
    8. Bu arada utandım kendimden. Kırk yıllık Stalker olmuş Staller, Nostalgia da Nostaljia. Yok ben yazma orucu da tutayım iyisi:)

      Sil
    9. Tabii filmi ne amaçlı seyrettiğiniz de önemli. Bazı romanlar edebî tat için okunur, bazıları içerdiği esrarengiz fiktif senaryolar için, bazıları belli bir zamanı ve insan tiplerinin çözümlemelerini öğrenmek için, bazıları da diğerlerinden geri kalmamak için (seviye ve itibar korumak için:). Amin Maalouf, Kemal Tahir, Dan Brown, Tolstoy... Bunların hepsi roman yazarı. Şimdi edebiyat ukalası birisi bana "Bunlar nasıl bir çeşitleme, Dan Brown ile Tolstoy nasıl yan yana getirilebilir?" diyebilir pekâlâ. Ama ben Tolstoy'u hep sıkılarak okudum, defalarca bırakıp tekrar başlayarak.. Ama Dan Brown ile Amin Maalouf'un kitapları bittiğinde içimden bir parça eksilmişçesine üzülüyordum. Eğer Tolstoy mütercimlerinin buz gibiliğinden kaynaklanmıyor idiyse bu, senaryo kurgu ve edebi tat açısından büyük fark var bunların arasında, ki bu söylediklerimden ötürü çarmıha da gerilebilirim, ve ben okuduğumu zevk alarak okuma yanlısıyım. Okumaktan nefret etmek istemiyorum. Filmlere bakışım da aynı. Sosyo-psikoloji çözümleme derdinde değilsem eğer, filmlerde de benzer bir kurgu zevki ve oyunculuk kalitesi arıyorum. Hayatın bilinenlerini başka bir açıdan, başka bir gözden seyretmek gibi kaygılarım olduğunda o film artık eğitim amaçlı hâle geliyor ki, bazen onu çekilmez kılıyor. Gıcığım belki de:)

      Sil
    10. Okurken zihin düzeltiyor onları, merak buyurmayın:)

      Sil
    11. Amin Maalouf kitapları için ben de aynı şeyi hissederim. Doğulu kimliği ile batılı yaşam tarzı arasındaki mengene hâlini öyle güzel bir üslûpla anlatır ki; bittiğinde bir parçanız orda kalır. Tolstoy’un sıkıcılığı karabasan gibi ruha çökmesindendir. Rus edebiyatını üstüste okuyamıyorum ben. İmdat çığlığı atasım geliyor.
      Çarmıh iki olsun:)
      Valla ben psikolojinin dibine vurmuş filmleri de -kitaplarından daha çok- seviyorum. Sürekli olmasa da, arada ‘hah ya, ben deli değilmişim’ rahatlığı veriyor:)
      Gıcık olduğunuz âşikâr da, bunun nesi kötü? :)

      Sil
  2. "Tolstoy’un sıkıcılığı karabasan gibi ruha çökmesindendir. Rus edebiyatını üstüste okuyamıyorum ben. İmdat çığlığı atasım geliyor." Tarkovski aynı 'karabasan' tesirini bırakmıyor mu üzerinizde?
    Gıcıksever değilseniz eğer, iyi bir tarafı olduğunu kim iddia edebilir ki?

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Yapmaz mı? Ayna’sını bir türlü izleyemedim meselâ. Ya da hani okuma ve seyirde izlediğiniz en sağlıklı metod, yazar ve kitapları, yönetmen ve filmleridir. Bunu Tarkovski’de yapamıyorum, daraltıyor çünkü üstüste. Yine da sabır gösteriyorum, orijinâl bir adam Tarkovski, cins kafalardan.
      Cins kafa demişken; siz de bu kategoriye giriyorsunuz ve ‘gıcık’lık kaçınılmaz:)
      Defolarımızı sevelim, kılçıksız ve pürüzsüz olmak ürkütmeli bizi.

      Sil
  3. Siz izleyin böyle filmleri ve üstüne o şahane tahlillerinizi yazın; biz de 'yapılmışı var' modunda elde çitlembik tahlil okuma keyfi yapalım:))

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Bu iyiydi işte:))
      ‘Şahane’ gazını da görmedim zannetmeyin.
      Az tuzlu yalnız, sağlığa zarar:)

      Sil
  4. 'Yiğit-hak' meselesi, gaz değil. Bu arada bir düzeltme yapayım, gıcıklığım doğrudur, el-Hak, lâkin kafam vasattır.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. ‘Cins’ olarak tanımladığınız bir kafayı bu kadar zorlayabildiğinize göre, bence ‘kulübe hoşgeldin’ partisi ezelden yapılmış size, ben geriden geliyorum:)

      Sil
  5. İltifatla hakikatlar değişse idi... Çok şey yazılır buraya...

    YanıtlaSil
  6. Şimdi şöyle bir durum var: Ömrümüzün tüm vakitlerini okumaya ve film seyretmeye vakfedebilsek bile, matbû tüm kitapları okuma ve gösterime girmiş tüm filmleri seyretme şansımız olmayacak. O nedenle kitap ve film okuma-seyretme biriktirmesi (ne tanımlama oldu ama, dilin belini kıracağız herhalde) fetişinden sıyrılmak lâzım. Buna ilâveten bazı şeyleri işin ehline bırakmak lâzım:)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Peki..
      Yalnız şöyle de bir durum var ki: Bir filmin tahlili ancak izlerseniz bir ortaklık söz konusu olabilir. Mesela Necla hakkındaki yorumunuzu merak ediyorum, Demet Akbağ ustalığı ve atâlet ve asâlet ilişkisi üzerine... İzlememiş olsanız bunun teatisini nasıl yapacaktık? Bu tür ortaklıklar zenginleştirir, gözden kaçırdığımız noktalar ya da filmlerin krşfi gibi...

      Sil
    2. Demet Akbağ ve atâlet yanyana gelmesi imkansız iki şey aslında.. Genelde yerinde duramayan, hiperaktif, ya da fazla oynak tiplemelerde görmeye alıştığımız bir karakter oyuncusu.. Robert De Niro'nun komedi filmlerinde oynaması tenâkuzu gibi. İşini kotarmış mı, evet, aynen De Niro'nun bazı komedi filmlerinde becerdiği gibi. Ama rol yapışması vardır ya, onu zihinlerden temizlemek hayli zor. Bir de üçüncü plana itilmiş filmde. Haluk Bilginer ile atbaşı gitmesi gereken bir oyuncu ağırlığı var oysa. Filmde bir yerden sonra bu karakteri kaybediyorlar, muhtemelen eski kocasına gidiyor, orasını çözemedim. Halbuki senaryonun merkezi olabilirdi. İfadelerinizi ödünç alarak şöyle söyleyeyim; bilinçli edilgenlikle kendini saygıdeğer kılma çabası 'pasif direniş' çağrışımı yapıyor. Bu da hayatın çirkefliğine ya da içten pazarlılıklığına bir tepki koyma bir nev'i.

      Sil
    3. Oyuncuların en çok korktukları şeydir, bir tiplemenin üzerlerine yapışması. Ki iyi oyuncu her role girebilendir. Aksi taktirde De Niro’nun O’na çok yakışan yanpiri gülüşünü kaçırmış olacaktık:)
      Demet Akbağ’ı komedide olduğu kadar dramatik rollerde de başarılı buluyorum. İkisi birlikte olunca da çok iyi oyunculuk sergiliyor. Vizontele gibi, tiyatroda Sen Hiç Ateş Böceği Gördün mü? de olduğu gibi. Hatta sıradaki tahlil bu tiyatro eseri olsun. Canlı izleme şansım olmuştu yıllar önce ve çok beğenmiştim. Tazelemem gerekecek seyri.
      Kış Uykusu’nda evet haklısınız, çok daha zenginleştirilebilirdi Necla karakteri. Zira o Aydın’dan daha cins bir kafa bana göre. Şu anda aklıma gelen; acaba Tarkovski gibi Nuri Bilge de ‘kadın’ figürünü gölgede mi görmek istiyor, biraz daha edilgen. Ki zaten Tarkovski buna benzer düşüncelerini-kadına ve erkeğe biçilmiş vazifeler üzerinden- anlatmıştı bir röportajında. Ceylan’ı bilemem ama eşinin senaryolara büyük katkısı olduğunu ve bu yüzden çok çetin tartışmalar yaşadıklarını biliyorum. Belki bu sebeptendir diyerek karpuz kabuğunu şuracığa bırakıveriyorum:)

      Sil
  7. Sırada 'Yağmur Adam' vardı. Ondan önce henüz gün yüzü görmemiş aykırı teorilerinizi paylaşacaktınız. Çok mu sığ geldi Demek Akbağ karakter çözümlemelerine göre?

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Aslında bu teorilerden biri o tiyatro eserinde gizli. Allah-Kul ilişkisine farklı bir pencere açmak...
      Yağmur Adam evet, en kısa zamanda yeniden izlemem lâzım.

      Sil
  8. Trend tākibinde pek māhir değilim. Herkes popta iken ben klasiğe, herkes klasikte iken ben popa düşerim genelde. Millet Garcia Marquez okurken ben Herman Hesse okurum. Popülerlikten düşüp aradan yıllar geçince Dan Brown okumuşumdur meselâ. Ağır abilerin edebiyatta Dostoyevski, felsefede Nietzsche takıldığı dönemlerde ben gidip Maalouf romanları ve Kindî üzerine çeşitlemeler okumuşumdur. Mersin-tersin hikâyesi hiç bitmez bende. Vizontele'yi milletten 5-10 yıl sonra seyretmişimdir belki. Gıcıklığımın altyapısı belki de burdan besleniyor.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Normal bir refleks, adı popüler eser sendromu(tamamen şimdi uydurdum:)
      Bu protest tavır büsbütün mesnetsiz değil. Gıcıklık dediğiniz şey, sürekli sorgulayan beynin azizliği. Sürü psikolojisi pek gıcık insanların harcı değil. Sırf ayrıksı olmak adına değil, bence özgünlük bu. Bu sayede çok kitap ve yazar keşfetmişimdir meselâ. Ve onların popüler olmamasını dilemişimdir.

      Sil
  9. "Allah-Kul ilişkisine farklı bir pencere açmak" bu heyecanlandırdı şimdi. Bekliyoruz.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Peki, beynimin tek yarısıyla biraz zor oluyor ama deneyeceğim. Orucun yan etkilerinden biri:)

      Sil
    2. Beyninizin tek yarısıyla bu kadar ise, Ramazan sonrası istihsâl patlaması beklemek hakkımız o zaman:)

      Sil
    3. Kavramları tozlu raflardan çıkarıp yeniden hayata dair kılmakta ustasınız: İstihsâl...
      Bu çok değerli.

      Sil
    4. Estağfirullah, sadece daralan lisâna eski a'mākını kazandırmak için uğraşan ustaları taklit ediyorum kendimce diyelim.

      Sil
    5. Benim lisânım da zenginleşiyor sayenizde, a’mâk mesela. Ne güzel bir kavram, derinlik tam olarak karşılamıyor bile. Nasıl bir sığlığa mahkûm etmişler dimağımızı.

      Sil
    6. Tefekkür keyfiyetimizin aslında kelime dağarcımızın genişliği ile paralellik arz ettiğini iddia eden ciddi tezler var. Doğruluğu-yanlışlığı pekâla tartışma götürecektir.

      Sil
    7. Bence ciddiye alınması lâzım, doğruluk payı var. Ne kadar az kelime o kadar az tefekkür...

      Sil
  10. Popüler Eser Sendromu, popülariteye mağlūb olmak mı, yoksa direnmek mi, hangi mânâda uydurdunuz?

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Kış Uykusu filminden alıntılar yapanları gördüm, kimisi de filmin etrafında bir hayat felsefesi kurma çabasında. Hayli çarpıcı söz var filmde. Size de tesir etmiş bazıları anlaşılan. Hani şu günyüzü görmemiş teorilerinizden birisini çağrıştırıyor filmde rastladığım birkaç cümle. Ya da senarist sizden etkilenmiştir, kimbilir:)

      Sil
    2. Şu ‘dile dolama’ meselesi değil mi? :)
      Düşüncelerin pişti olma hâli, bunu zaman zaman yaşıyorum. İnsan üzerine kafa patlatanların mutlaka yolları bir yerlerde kesişiyor. Ceylan’da çok oluyor bu. Meselâ Ahlat Ağacı beni yıllar önce yazdığım bir yazıya götürdü izlediğimde: Taşranın Rengi Gözlerim
      Yoksa bilinç dışı esinlenmeler hariç, mutlaka tırnak içine alırım bir sözü ya da fikri. Takıntı derecesinde titizim bu konuda. Uzun zaman önce sıradışı bir intihal vakası yaşamışlığımdan belki, bilmiyorum.

      Sil
    3. Başka tuhaf örnekler:
      Meselâ Sezen’in Keskin Bıçak şarkısında geçen ‘ertelendim hayattan’. Ondan çok önce -ki ilk şiirlerimdendir- ve Dost’a ithaf olduğu için de tarihi O’na gönderildiği için tescillenmiş ‘Hayat Ertelenmeden’ adlı şiir. Form değişikliği olsa da benzeşmiyor mu sizce? Sezen benden esinlenmiş olamaz ve ben O’nun kadar usta da değilim:) Başka şekillerde kurduğumuz ama anlamı aynı olan cümleler, bazıları birebir aynı olan. ‘Ben bu dünyayı anlayamadım. Niyetlendim de altından kalkamadım’ gibi gibi.

      Daha yeni bir misâl: Tarkovski’nin Nostalgia’sı hakkında kullandığım “Mumdan gemilerle ateş denizinde yol almak” cümlesi. Dost’umun daha önce tanımadığım ve rastlamadığım sinema eleştirmeni hocası derste bu cümleyi kuruyor filmi anlatırken. Esinlenme yok, çünkü kendisini daha önce hiç okumadım. Ki bir filmi izlemeden ve eğer kritik yazacaksam, hakkında yazılan hiç bir şeyi okumak istemiyorum. Algımda oynama yapmasınlar diye. Tamamen spontane bir pişti hâli bu, bana hep orijinal gelmiştir.
      Yani diyeceğim, güneşin altında kurulmadık cümle yok aslında, ne de düşünce keşfedilmemiş. Sadece süsleyip püsleyip yeniden hayata dair kılmak var.
      (Yahu bir savunma refleksine mi girdim ben acaba?:))

      Sil
    4. ‘Hayat Ertelenmeden’ Bu şiiri okuma şansım olmadığı için bir değerlendirme yapmam mümkün değil. Nerede bu şiiriniz?

      Sil
    5. Dijital ortamda yok, el yazması mektupların arasında olmalı. ‘Bebek’ şiirlerden:)

      Sil
    6. Hatırladığım kadarıyla şöyle başlıyor:
      Hayat Ertelenmeden
      İlkyaz gülüşlerini unuttuğumuz
      Dağınık odalarda
      İki serserî ışıktık
      Sabahın alnında iki çiğ tanesi
      Çığlık çığlığa bir sevdâ dudaklarımızda
      Kirpiklerimizde gün batımının hüznü
      Ezberimizdeki şiirler
      ‘Yoldan çıkmayı özleyen’ ruhlarımız
      Rüzgârlarda adımız
      Adımız derin ağaç kovuklarında
      Pusuda ayrılık, ayrılık, ayrılık...

      Sil
    7. Bu da bazı rötuşlarla bir Sezen Aksu şarkısı olabilirmiş pekâla:)

      Sil
    8. Olabilirmiş evet, olmamış. Dost’un göğüne yıldız kondurmayı öncelemiş, gerisini de koyvermiş:)

      Sil
    9. 'Dostun göğüne yıldız kondurmak' ifadesi pek kıymet verilen bir 'Dost'a işaret ediyor.

      Sil
    10. Varlığına şükrettiğim bir ‘Dost’ evet. Her şey yitip gidebilir, arkada bırakılabilir-can parçası hariç- ama Dost, biriktirdiklerim arasında ‘iyi ki’ dediğimdir. Dost’a Mektuplar hazinemin en nâdide parçalarıdır ve vazgeçilmezdir. Kırk yılda bir gibidir hani.

      Sil
  11. "Güneşin altında kurulmadık cümle yok aslında." Buna katılmamak mümkün değil. Ama her kuran kendi usul ve stilini, kendi özgünlüğünü ekliyor cümlelere, eğer cümle kendi ağzından ya da kaleminden çıkmış ise. Defansif olmanız için bir sebep yok. Herkes birşeylerden etkilenir, farkında olarak ya da olmayarak, ve bunu da başkalarıyla kendi görüşüymüşçesine aktarır. Aslında o an itibâriyle aktardığı şey zâten kendi görüşü olmuştur. Bundan dolayı kimseyi yargılamak âdil değil. Hele ki, sürekli çarpıcı fikirlerle karşımıza çıkan kelâm ustalarını böyle bir durumla karşı karşıya bırakmak belki zulm bile telâkki edilebilir. Belki de yazılmış ya da söylenmiş fikirler dalgalar hâlinde boşlukta geziniyor bile olabilir ve herbirimizin dimağına misafir olup, sonra da kalıcı olabilirler. Ses dalgalarının boşlukta nasıl yayıldığına, kaybolup kaybolmadığına dâir de bilgimiz kısıtlı. Orası başka bir âlem.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Ne şiirsel bir yaklaşım: ‘dalgalar hâlinde boşlukta geziniyor olmaları.’
      Ya da o kadar çok içerden gelir ki duyduğumuz, sanki hep oradadır da bir ‘ses darbesi’ bekler gibidir. Yine de ilk ‘ses dalgası’na hürmet etmekten yanayım. Yoksa hiç bir şeyin sahibi değiliz, ne kalem ne kelâm. Bize çarpıp ana kaynağına geri dönüyorlar, o kadar.

      Sil
  12. "O klişeler bazen en temel doğruları ifade eder."
    "Vicdanında halledebiliyorsan herşey mübah."
    Ahlat Ağacı'nda dikkatimi celbeden cümleler meselâ. "Güneşin altında kurulmadık cümle yok aslında." ifadenizi doğrular māhiyette. Bu cümlelerle hazine keşfetmişim gibi davranmıyorum; sadece daha önce birileri tarafından kullanılmış olmalı ki duyunca hep tanıdık hep bildik gelmesini normal karşılıyorum. Filmde sıradan görünen bu sözler, kalemi keskin ve edebî yönü güçlü biri tarafından pekâlâ nakış nakış işlenip bir şaheser hāline getirilebilir. Sonra bunları 'duvar yazıları' olarak okuruz orada burada.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Görsel sanatı, özelde sinemayı bunun için önemsiyorum. Bunu şerre kullanan akla kızıp yorgan yakmışız bugüne değin. Hiç bir araç bu kadar doğrudan ve vurucu bir etkiye sahip değil. Ezberimizde bu cümleler ama bir film karesinde görselin gücüyle ete kemiğe bürünüyor tabiri caizse. Kalem ve kelâm tercih ettiğiniz için sizi bulur, ‘seçkin’ bir ayraçtır onunkisi, kemmiyetle ilgilenmez. Sinema daha geniş etki alanına sahip. Doğru kullanılırsa onunla alınacak çok yol var. Yalnız her şeye ‘ucube’ muamelesi yapan mahalleye anlatmak zor. Yapanlar da ruhun amatörlüğünü esas almıyor, ucuza kapatmak için bir işi, amatörlüğü paravan olarak kullanıyor. Her işte böyle değil mi Allah aşkına? Neyse açıldı yine dipsiz kuyu, kapatana aşk olsun:)

      Sil
    2. "Yalnız her şeye ‘ucube’ muamelesi yapan mahalleye anlatmak zor." bu nasıl bir 'mahalle'? Herkes aynı klişelerle mi bakıyor hayata? Seri fabrika ürünü mü her bir fert bu mahallede?

      Sil
    3. Dirençli bir mahalle evet. Sürü psikolojisi diyeceğim, taşlanacağım. Mahalle baskısı denen meret, daha fabrikada ayıklıyor ‘defolu’ları, topluma salmıyor. Âfaki değil söylediklerim, denenmiştir.

      Sil
    4. O zaman taktik değiştirilmeli. Başka mahallenin yeteneklileri bu mahalleye transfer edilmeli. O zaman 'dışarıdan gelen daima kıymetlidir' saplantısı mūcibince, ki defalarca seyredilmiş bir filmdir, belki bu direnç kılınır.

      Sil
    5. O biraz zor, bu göç tersine revaçta burada. İzlenen yol da aşağı yukarı aynıdır. Çıkarsın Ayşe Arman’a, bir iki şirin poz verirsin, ‘bak ne kadar tatlıyım, sev beni’ modunda. Sır ifşa eder gibi-özeleştiri değil asla- utana sıkıla ayıp dökersin ortaya karışık ki ‘beni al’ cıngılı döner arka fonda. Ama saf!lığın(köylü kurnazlığı mı demeliydim) o ‘hinlik’ duvarına çarptığında her şey için çok geçtir, posan atılmış ve işlevsilliğin yitmiştir. ‘Hadi güzelim geç sen, sıradaki...’
      Yahu mübârek gün, derûn’u uyandırmayalım uykusundan, öyle işte:)

      Sil
    6. Bu söylediğiniz dahî dışardan gelenin daha kıymetli kabul edildiğini göster miyor mu? Neden Ayşe Arman'a çıkarsın 'beni al' cıngılı fonda olarak? Mi'yar kim burada, kim tasdik makamı?

      Sil
    7. Burada dışardaki Arman oluyor, o sizin mahalleye gelmiyor, siz ona gidiyorsunuz. Tasdik ve takdir ve kabul görme isteği. Ha neden gerek bu istek? derseniz. Ârife târif gerekmez, burada ne uzar ne kısalırsın. Hem renksiz, heyecansız, sönük neonlar filan. Karşı tarafın ışıkları 24 saate ayarlı ve üstelik her şey serbes:)

      Sil
    8. Oysa az önce bambaşka bir iklimdeydim, hüzün ve kederdi atmosferimdeki merkez. Didem Madak şiirini inceliyordum ve öyküsünü ve Tanrı’sına yakarışını... ‘Âh’ını içime çekip duman üflüyordum boşluğa. Bir kadın şair olunca neden gözbebeklerinin kenarında sırnaşık bir hüznü ağırlar? Neden yük üstüne yüktür dizeler? Şiir olmalı dedim kadın, şair değil, hikâyenin sonunda.

      Sil
    9. Bağışlayın hüzün ikliminizi bozmuşum:(

      Sil
    10. Est. Sadece geçiş sert oldu. Bir muhasebeydi yine hikâyenin özelinde. Madak bir Tanrı’ya sesleniyor sık sık ama hangi Tanrı? Biz Rabb’i anlatmakta yaya kaldık da boşluğu ‘dikenleri olan bir Tanrı’ mı aldı? Neyse yazmayı becerebilirsem ben de anlayacağım ne olduğunu.

      Sil
  13. Bu arada belediye başkanının "çok kitap okur, sağı solu her yeri kitapla doludur, böyle şeylere ilgi duyar" diyerek yönlendirdiği kumcunun kitapları yerden tavana kadar yığılı kitapları kopardı beni:)
    Kuyumcunun da 'Hazine Adası'ndan çıkarımla 'Hazine Odası' olarak tārif edilmesi de pek yabana atılır gibi değil.

    YanıtlaSil
  14. Bugünlerin popüler kavramlarını kullanarak bir kaç cümle ilâve edeyim: Sağlık değil, hastalık bulaşıcıdır. Revize edersek bu sözleri, iyilik değil kötülük bulaşıcıdır.. Bağışıklık sistemini de 'vicdân' olarak baz alırsak, hastalık 24/7 parlak ışıkları saldırsa da, bağışıklık sistemin güçlü ise sağa sola yalpalamazsın.
    Ortaokul kompozisyon seviyesine bağladım yine:)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Sağlık fetişi olduk hepimiz. Hayatımda görmediğim kadar prof, uzman ve dahi psikiyatr filan. Vicdan örneği güzel, uzmanlar incelemeli bunu da:))

      Sil
  15. Dünya ne hastalıklar, ne salgınlar gördü şimdiye kadar da, hiç birisi insanı bu kadar sindirmedi. Önce ele avuca sığan teknoloji ile, şimdi de korku ile pasifize ettiler kitleleri. Yarın zincirler nöronlarımıza takıldığında çok geç olacak genel bir felce maruz kaldığımızı anlamamız.
    6. Sınıf Kompozisyon'a Giriş I :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. İddiamdan vurmasın beni ama, nöronlarıma zincir vurmaları için(çip miydi o meret?) beni bayıltmaları lâzım. Âh nasıl da tıkır tıkır işliyor Black Mirror saatleri.

      Sil
  16. "Müslüman akl-ı selimdir.", "Aynı delikten iki defa sokulmaz." diye tekrar ede ede cümleler mi tılsımını yitirdi, yoksa biz mi ferâsetimizi kaybettik, çıkamıyorum işin içinden. Koro halinde sağlı sollu hastalık şarkıları söyleyerek esâretin kıyısına doğru gideceğiz galiba. Uyandığımızda "algılarımızla oynamışlar" diye toplu ağlama seromonilerine mi bağlayacağız işi?
    6. Sınıf Kompozisyon'a Giriş I, shf 47.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Tekrar harbiden ‘Müslüman’ oluncaya kadar maalesef. Müthiş bir manipülasyon işletiliyor yalnız, uğraşmak zor.
      Bu arada sayfaları çifter çifter atlıyoruz hayırdır?:))
      Bence durumunuz şu: “birçok sayfasını atlayarak bitirdiğim kitabın
      başından başlayabilirim.”:)

      Sil
    2. Başka mahalleden gelen devşirme yetenekli, ki bunu küçümsemek bâbından söylememiştim, derken tam da o dizelerin sahibi aklımdan geçiyordu. Sonra kendimi besleyen kaynaklardan birini tahfif ediyormuşum hissine kapılıp kendimden utandım.

      Sil
    3. O Şair geldiğine geleceğine pişman olmuştur zannımca ki; dinmek bilmeyen öfkesi, küskünlüğü ve dahi huysuzluğu bundandır belki kim bilir? O camiada kalsaydı, Nazım kim ki, yıldız gibi parlayacaktı göklerinde ama bilemiyorum ve de son zamanlarda da hiç anlayamadım Şair’i. Beslendiğim kaynak ve Erbain o ‘Dost’la buluşmama vesile olsa da...

      Sil
  17. Bence öfkesi ve küskünlüğü pişmanlığından değil, geldiği yerin sahte ışıklarına aldanan mahalle sâkinlerinin akıl tutulmasından.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Belki de... Belki de ben O’na kızgınım, kırgınım, anlamazım... Bu yüzden duygusal aklım yanıltıyor beni.

      Sil
  18. Kızgınlığımız, kırgınlığımız dükkânı niçin kapattığını anlayamamamızdan. Burada onu yüceltip, onun yaptığı eylemlere ya da aldığı tavırlara özel anlamlar yüklüyor değilim. Nihayetinde cins bir kafa olsa da, o da insanlardan bir insan. Terkedilmişlikle özlem arası karışık bir his bu, bence.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Erbain ama işte, hiç sıradan bir bağ değil aramızdaki. Şiiri ona borçluyum gibi bir şey, minnet duygusu... Allah selâmet versin.

      Sil
  19. Sıradanlaştırma değil, putlaştırmaya set koyma benimkisi. Çünkü bazen sevgi ve övgüde sınır tanımıyoruz. Yoksa Özel'in eline su dökecek nâdir insan bulunur. Şiiri kadar fikirleri de özgündür, son on yıldaki milliyetçiliğine pek anlam veremesem de.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Kralcılar yapıyor O’na en büyük kötülüğü. O’na sitemkâr bir mektup kaleme aldığımda, kralcıların taarruzuna uğramıştım resmen. ‘O bizim kralımızdır ve tartışılmazdır. ‘ denerek. Bir de bu handikapla yaşıyor Özel.

      Sil
  20. "Havzayı besleyen nehir, ırmak, çay, dere hepsinin hakkını vermek lâzım. Lâkin nehri tahfif etmek ya da derede Nil rüyaları görmektir hatalarımız."
    6. Sınıf Kompozisyon'a Giriş I, shf. 124.

    YanıtlaSil
  21. Yanıtlar
    1. Uyku hayata galebe çalınca cümleler kelimeleşir. Kesinlikle.

      Sil
    2. Yok efendim yok, kuş uykusu bile değil. Birazdan sütçüm kapıyı çalar, postacıdan bile dakiktir:)

      Sil
  22. Tam da şürçü ne ola ki diye düşünmeye başlamıştım:)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Yok artık ya, bu ne hız:)

      Sil
    2. Yalnız sabahın komiği, Sütçü Amca’yla aramda geçen diyalog:
      -Memik Ammi nerde kaldın? Çabuk getir sütü da uyuyacam.
      -Aboo! Sebah sebah ne uyğusu bu, ayıp teman. Aha geliyim, azcik sabırlı ol:)))
      Beni bu eskici bir de sütçü amca katil edicek eni sonu:))

      Sil
    3. teman ne demek?

      Sil
    4. Aslında ‘ayıp taman’dır yerel ağızda. Yani ayıp yahu der gibi. Memik Ammi’de kayma yapmış:)

      Sil
  23. Ceylan'ın filmleri insanda 'hayat ne kadar sâkinmiş' yanılgısı oluşturuyor aynı zamanda. Böyle dinginlik köyde olur ancak. Kendime bir köy mü baksam acaba?

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Kesinlikle-ki buradaki kesinlikle ‘kesinlik’ belirtmek içindir:)- bakmalısınız ama Ceylan’ınki gibi değil. Ahlat Ağacı’nın ruhsuz taşrası da, Kış Uykusu’nun bitimsiz ve ıssızlığı ürküten beyazı da değil. Küçük, şirin:), kendi hâlinde ama canlı bir organizma olmalı köy dediğiniz.

      Sil