26 Nisan 2020 Pazar

Kılavuz

Nezâket: Farsça ‘nazik’ten türemiş bir kelime, incelik, naziklik
Âdâb-ı muâşeret: Nezâket kuralları

Bu aralar aklımı kurcalayan şey üzerine düşünürken yolun bir yerinde bu kavramlara rücû etmem gerekti. Bir arzuydu bu; bildiğim her şeyi unutmak ve yeniden öğrenmek arzusu. Yutarcasına okuduğum kitapları ve beynimin kıvrımlarına gelişigüzel serpiştirilmiş her bilgiyi silip, sıfırdan başlamak. Hayır kendime yeni absürtlükler arıyor değilim. Belki biraz fazla sesli düşünüyor olabilirim ama bu düşünceler mesnetsiz değil. 

Uzun bir süre önce bir kavram haritam olmadığını fark ettim. Genetik kodlarım dağınıklığıma sebep olabilir belki ama sonuçta bu kader değildi, olmamalıydı da. Çocukluktan başlayan savruk okuma ve öğrenme sürecim domino etkisiyle zamana yayıldı. Bir bilgi diğerini, bir kitap ötekini kovaladı. Zamansız öğrenilen her bilgi hazmedilmeye muhtaç, kitaplar ise ayın karanlık yüzüne çarpar gibi çarptılar ruhuma kimi zaman. 

Bir terslik olduğunu anladığımda ise, dönüp serüvenimin rehberlerini yokladım. Tabiri caizse kendi ipini tutan bir uçurtma gibi, nerede rüzgâr görsem oraya uçmak isteyen yalnız bir nefer gibiydim. İlk öğretmenim ilk kılavuzumdu. Ama aslında o da zamanlama konusunda çok hayâtî bir hata yapmıştı ve kitabın ortasından başlatmıştı maceramı. Bu kadar kalabalık olunca haznem, kalabalık cümleler kurmayı iş edindim. Sanki beynimin içinde bir yerde sıkışıp kalmışlardı ve onları kurtarmak,-belki de kendimi- içindi tüm çabam. 

Fark edişin zamanı ile harekete geçmenin zamanı çoğu zaman birbirini tutmaz. İlmek kaçmıştır zanneder ve bildiğiniz yoldan devam etmeyi seçersiniz. Ürkütür sizi yenidenlik, zaten yorulmuşsunuzdur el yordamı ile yol almaktan. Yorulmuştum sahiden de. Üstelik kitaplarda durduğu gibi durmuyordu dünyanın üzerinde, kendimce biçtiğim esvâp. Zaten söyleyenle söylenen arasındaki makas bir başka felâketti ki, bu hazmedilmesi en güç olanıydı. Şafaktan önce başladığım için zamansızdı da fark edişlerim. 

Sonra kârdır dedim, zaman görecedir bu kayıplıkta. Gerekirse unut tüm bildiklerini, yeniden başla öğrenmeye. Sırayla; yürümeden önce ayağa kalmayı, koşmadan önce yürümeyi öğrenen çocuk gibi. Yine cahili ol bildiklerinin ama yoksunu olma. 


Sahi nezâket üstüne yazmaya niyetlenmiştim, ne ara buraya geldim? Âh savrukluğum benim. 

14 yorum:

  1. Girizgâh konusu güzeldi; 'Kavram Haritası' arayışı...Bu konudaki dağınıklık bence içinde bulunduğumuz ya da bulunduğunu varsaydığımız cenâha mensup her bir ferdin temel problemi değil mi ki? Ortak referans alınan aktörlerimizde de sistematik dağınıklık hep vâki idi ve dahî organize eser üreten referans münevverimiz yok denecek kadar az idi. En keskin ideologlarımızın başucu yaptığımız kitaplarının çoğu organize telif eseri değil gazete ve mecmualardaki yazılarının toplanmış halleri değil miydi? Her konuya saldıran, her şeyden bir şeyler bilip, hiç bir şeyi tam bilmeyen kaynaklardan beslenince bizler de pek farklı meyveler olamadık. Daha düne kadar 'takva' ile 'zühd' kavramlarını eş anlamlı imişçesine kullanan ben, bu dağınıklığın ya da kendi dünyamın kavramlarının câhilliğinin en müseccem emsâlinden biri değil miydim? Karşıtı bulunduğumuz egemen Batı sistematiğini bile kendi kavramlarımızı, kendi epistemolojimizi (hay bin kunduz) kullanarak değil de Batılı ağızlardan apardığımız diyalektikle eleştirmedik mi? Bir fikir atlasımız ya da kavram haritamız olmadı bir çoğumuzun. Her renkten, her tondan beğendiklerimizden biraz alıp hibrit bir düşünce dünyası resmetmedik mi? Neticede pratiğimiz de düşüncelerimiz gibi melez oluverdi. Geleceğe yapacağımız aktarımlar da hâliyle pek farklı olmayacak gibi duruveriyor.
    Bu yazdıklarım da sistematik dağınıklığımıza örnek teşkil etmiyor mu sizce?

    YanıtlaSil
  2. Bence etmiyor. Benden daha sistematik bir şekilde ortaya koyduğunuz aşikâr yolculuğumuzu.
    İçinde bulunduğumuz cenâh mevzûsu...
    Tam da buradan başlayacaktım yazıya aslında. Nezâket üzerinden, aidiyet duymakta hep zorlandığım cenâhın vaziyetini sorgulayamaktı niyetim. Dağınıklığım beni daha köklü-kendimden başlayarak- bir muhasebenin merkezine çekti. Şimdi siz tamamlayınca boşlukları, dağınıklığımı toparlayınca, meselemizin çok daha derinde olduğunu fark ettim. Kavramların bir pratiği yok hayatlarımızda, doğru ya da yanlış öğrenmişiz ne fark eder? Bize ait olanları bile batılının dimağ süzgecinden geçirip de yamalıyoruz düşüncelerimize.
    Hayıflanmamız bile bizden değil, ne ironik değil mi? (Hay bin kunduz:))

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Bu arada yanlış anlaşılmasın, sık kullandığım bir tâbirdir kendisi:)

      Sil
  3. Mevcut durumu düşünelim: Genel izolasyon devam ederse ekonominin çarkları nasıl dönecek endişesi var pek çoğumuzda. Melez iktisat anlayışımızın türevi olarak dalga dalga yaydığımız endişe... ‘Önce üret, sonra ihtiyaç olduğuna inandır, daha sonra pazarla’ diye özetleyebileceğimiz vahşi bir iktisat kültürünü ‘insanlığın hayrı’ için üretilmiş arzlar bütünü olarak tasavvur etmemiz sağlandığı için ‘nasip’, ‘rızık’, ‘hayır’, ‘stok yapmama’, ‘ihtiyacından fazlasını dağıtma’ gibi kavram haritamızın merkezini teşkil etmesi gereken istinad duvarlarını zayıflatarak ya da ‘varmış da aslında, pratikte yokmuş’ gibi davranıp yıkarak diyalektiğini eleştirdiğimiz Batı’dan farklı bir endişe kültürü oluşturmuyoruz. Korkularımız birçoğumuz için evde hapsolma ya da sosyal olandan uzaklaşma, yahut zaten pratikte pek kalmamış aile ve cemiyet bağlarının zayıflaması filandan ziyade geçim endeksine ve iktisadi kaygılara dayalı vaziyette. 23 Nisan akşamı oluşturulan suni beraberlik iklimine tezat olarak şu anda oruç tutmak için kalkmış, akabinde sabah namazını bekleyen o kadar sayılı ev görüyorum ki etrafımda, iş manevi ya da uhrevi olanda beraberliğe geldiğinde toplumsal iflas bayrağını çoktan çekmişiz sanki... Haritası olmayan kavramlarımızın pratiği tam bir kayıp vak’a. Kıblesini kaybetmiş bir cemiyetin içinde kavram haritamızın pusulalarını belirlemeye çalışıyoruz. İçim yangın yeri.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. ‘Toplumsal iflas bayrağını çoktan çekmişiz’ doğru. Yeni de değil bu durum. Yaşadığım şehirde insanlar erkenden sahur yapar ve ezan okunmadan ışıkları sönmüş olur. Görünürde oruç tutma oranın yüksektir. Yıllarca bunun üzerine kafa yordum, sonra dank etti ki; yemek kültürünü kutsallaştırmış bir topluluk, belki de iftar sofrasını beklemekten, beklerken iştahının kabarmasından ve bunu bir âyin tadında yaşamaktan haz duyuyor.
      Tüketim alışkanlıklarımız ve rızık kaygılarımız, altında kaldığımız göçük zaten. Kanaat ekonomisi denen bir şey var mıydı? İhtiyaç listemiz hangi nizâmın ürünü, ibadetlerimizle yaşam şeklimiz arasındaki gittikçe derinleşen uçurum, bu çaresiz âraf hâlimiz...
      Yani sözün özü; buyrun ‘iç’imi de atın aynı yangına, bir fazla bir eksik, ne çıkar?
      Münferit insanîliğimiz de olmasa ziyân olmuşuz biz, o da çoğu zaman vicdan yükünü hafifletme çabamız.

      Sil
  4. ‘yemek kültürünü kutsallaştırmış bir topluluk, belki de iftar sofrasını beklemekten, beklerken iştahının kabarmasından ve bunu bir âyin tadında yaşamaktan haz duyuyor. ’ Herşeyden önce bu tespitin ancak cins bir kafadan çıkabileceğini itiraf etmeliyim. İkincisi, eğer bu ise toplumsal özetimiz, bu trajikomikten de öte bir durum. ‘Ölmüşüz de, ağlayanımız yok’ kabilinden. ‘Kavram Haritası’, ‘Fikir Atlası’ gibi büyük laflar etmekten ziyade, ‘oku bakıyım, a...’ şarkısından başlamak elzem. Off, ben nerde kalmışım?

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Nezâket gösteriyorsunuz ‘cins kafa’ diyerek. Bunu deli saçması olarak görenler ve komple teori üretmekten devrelerimin yandığına hayıflananların yanında. Daha ne teorilerim var gün yüzü görmemiş bilseniz, bir daha düşünürdünüz:)
      İyi bir yerde kalmışsınız, iyi. Yersiz yurtsuz olanlarımıza göre 1-0 önde olma hâli...

      Sil
  5. Şu günyüzü görmemiş teorilerinizden istifade edebilsek, fena olmaz yani. Mevzu devrelerin yanması ise elektrik uğramadığı hiç çalışmamış devredense, fazla elektrikten yanmış olanı tercihimdir.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Aklıma ilk gelenler... Yok biraz fazla geldiler, sabahın orman esintisi ağır bastı efendim, biraz sükûnet...
      Sonra belki ‘erk’le tanışan ‘müslüman’ kişisi ile ilgili derin ‘saçma’lardan bahsedebiliriz. Bilâhare... Hayırlı sabahlarınız olsun:)

      Sil
  6. ‘Erk ile tanışan müslüman kişisi’ tez konusu olabilir. Cins düşüncelerinizi duymak isterim bu mevzûda. Yalnız yıllardır düşünüp de cevabını bulamadığım bir soru takıldı şimdi aklıma: Bir ay boyunca günün çok büyük bir kısmını aç geçirmek mi daha zor, yâhut bir günün belki de 30’da 1’ine filan tekâbul edecek kadar bir zamanı ibadet etmek için harcamak mı? Kendimi de dâhil ederek soruyorum, niçin insanlar namazdan kaçmaya daha meyillidirler de oruçta ısrar ederler? Mâkul düşünüldüğünde hangisi nefse daha ağırdır? Buna dâir özgün bir cevabınız var mıdır?

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Hây Allah!
      Benim de çok düşündüğüm bir mevzûdur bu. Sonra yıllar içinde pratize ettiğim bir gözlem: Oruç ve namaz irade işidir, âmennâ. Yalnız namazın fazlasıyla nasîp olduğunu anladım, özellikle kızımı namaza ikna etmekte zorlandığımda. Her şey tastamam; zahirde yapması gerektiğine inanıyor hem de tüm kalbiyle. E saf Allah sevgisi, merhamet ve vicdan da artı avantaj olarak jenaratör vazifesi görmeli. Niye bir başlayıp bir bırakıyor kardeşim? Eksik olan ne? Sonra dönüp kendimi yokluyorum. Yahu ben tesettürden çok sonra namazı idrâk etmişim, bu da tuhaf. Tamam diğeri de nasip de, namaz sanki hepsinin mihmandarı. Boşuna değil, yüklenen anlam yani. Ayrıca oruç bireysel ama aynı zamanda toplumsal bir sosyal faaliyet, geleneksel bir şölen havasına evrilmiş zamanla. Namaz; O’nu iliklerinizde hissettiğiniz sıfır mesafe şansı.
      Bu arada ‘müslüman’ kişisinin ilk verdiği fire ‘namaz’dır. Bu da gözlem olarak kaydı düşüle...

      Sil
    2. Düşündükçe tabi ekleniyor yenileri.
      Oruç nefis terbiyesi, diğergâmlık, eşitlenme...
      Bu yüzden toplumsal bir ibadet. Namaz; ağababası ibadetlerin, sadece O’nun için, dosdoğru olma ihtimâlini beş vakit egale etme şansı, hem dışa dönük ama en çok da kalple doğrudan ilişkili. ‘Ben şeytanı en çok namazda tanıdım’der Necip Fazıl. Müthiş!
      Bizi alıkoymak için Rabb’le iki kelâm muhabbetten-hazır da başbaşayken-türlü şaklabanlıklar yapıyor. Çabası inanılmaz, en çok da namazdayken insan. Orucun özrü var ama namazın yok, niye yok. Mihmandarlar yolu şaşırmamak için sürekli uyanık olmak durumundadırlar.
      Yahu yandı yine devreler!

      Sil
  7. Necip Fazıl gibi özgün analizler... Onun da cins bir kafası vardı, ve dahî keskin yorumları... Herşey hakkında ve her türde üretme zorunluluğu hissetmese eleştirilebilir pek az şeyi bulunabilirdi. Sistematik düşüncenin en iyi üreticilerinden birisi belki de... Şairliği kadar ideologluğu da seçkin ve çarpıcıydı. Onda da devre yanıkları bolcadır. Cins kafaların ortak özelliklerinden olsa gerek :) Allah dimağınızı esirgesin. Gün yüzü görmemiş teorilerinizi dinlemeye tâlibim.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Necip Fazıl, önemli bir kafa, hayranlık duyduğum bir dimağ... Neden her şey hakkında üretme zorunluluğunu hissettiğini anlayabiliyorum. Bu O’nun için bir görev, o Cins Kafa’nın diyetini ödeme mecburiyeti. Adam, ufka bakabiliyor, yerde kıymet ararken biz. Adam’ın keskin öngörülerine yıllar içinde hak verdiğinizde nasıl bir çile olduğunu fark ediyorsunuz o hâlin. Yüzündeki derin çiziklere vurgun olduğum Adam, Rahmet olsun.
      Dinlemek isterseniz elbette, adı üstünde teori, üzerinde konuşarak beslenip çoğalacak.

      Sil