26 Nisan 2020 Pazar

Efendim

Nasıl bir üslûb, ne şahâne bir yakarış!
Yahu insanın deva bulunmasın bu derde diyesi geliyor.
Bazen soruyorum; başka bir iklimde doğsaydım, nasıl bilecektim ruhumun şifası mûsikîdir? Onu nerede arayıp nerede bulacaktım?
İyi ki...


35 yorum:

  1. 'Yâ Rab belâ-yı aşk ile kıl âşîna beni
    Bir dem belâ-yı aşktan kılma cüdâ beni'

    Bu beyitteki yakarışa benzemiş talebiniz...

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. “Fâriğ olmam eylesen yüz bin cefâ sevdim seni Böyle yazmış alnıma kilk-i kazâ sevdim seni Ben bu sözden dönmezem devr eyledikçe nüh felek Şâhid olsun aşkıma arz u semâ sevdim seni“

      Sil
  2. Ben bu şiire TRT dizilerinden birisinde rast gelmiştim yanlış hatırlamıyorsam, daha sonra tekrar bulamamıştım. Şairi kim acaba?

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Şeyh Gâlip. Sadettin Kaynak da bestelemiş ilk iki kıtasını.

      Sil
  3. Sille-i Edebiyat indi suratımıza:) Ne hazin.. Belli bir dönemden öncesine sanki kapılarımı kapatmışım. Seçmece bazı şiirler dışında Divan’a pek ırak düşmüşüm. Aruz veznini çözmenin zorluğundan mıdır nedir mesafe iyice açılmış yıllarla beraber.. Şarkı da Galip Efendi’nin şiiri de enfes. İçinde bulunduğumuz zamanın hoyratlığını yüzümüze vuruyorlar sanki kendi incelikleri ile..

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Ben de çok farklı değilim aslında. İyi ki mûsikîmiz var da şahâne bestelerle ölümsüzleşmiş bazıları.
      Ama ne incelik, ne olağanüstü bir ifade şekli. Günümüzün pespaye aşkları cüce kalıyor bu serencâm karşısında.

      Sil
    2. https://nurzelal.blogspot.com/2012/12/fuzuli-kantatas.html?m=1
      Bunu da tavsiye ederim:)

      Sil
    3. Teşekkürler. Blog sayfanızdaki Şeyh Gâlib şiiri ara sıra denk geldikçe okuduğum şiirlerden. Şiirin kendisi besteye hâcet kalmadan zaten musikî oluvermiş. Sadeddin Kaynak’ın okuduğu besteyi ise ilk defa dinlemiş oldum. Kaynak’ın bestelediği çok şarkı dinlemişimdir de kendi sesini dinlemişliğim pek vâki değildi. Uzun zaman sonra bu da ilk oldu.

      Sil
    4. Anlayamadım, mâzur görün. Şeyh Galip şiiri değil miydi az önce sorduğunuz kimindir diye. Şimdi ara sıra okuduğunuzu söylemişsiniz. Kafam karıştı:)

      Sil
    5. Çok pardon, yanlış anlamışım. Siz Fûzulî Kantatası’ndan bahsetmişsiniz. Özür...

      Sil
    6. Bestelenmiş olan şiirin sahibini sormuştum. Vermiş olduğunuz linkteki sayfada bu bestenin videosu mevcut. Lâkin aynı sayfada başka bir Şeyh Gâlib şiiri var. Ara sıra denk geldikçe okuduğum odur.

      Sil
  4. Hazır henüz gündoğmadan şu teorilerinizden birkaçını paylaşsanız. Orjinalliğini muhafaza etmiş olurlar, biz de istifade ederiz.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Olabilir...
      Meselâ; insan çoğu zaman dilinden verir fireyi, kişiliğindeki zaaflar mevzûnda. Ne zaman biri çok fazla, ahlâk, erdem, namus nutukları çekiyorsa irite olmuşumdur. Gözlem: Eğer biri diline neyi en çok doluyorsa, en yoksunu olduğu da odur. Belki kendini ikna, belki de evreni ama neticede çabası ilginç...

      Sil
  5. İlginç. O vakit bendeki zaaf nedir? Dilime en çok neyi doluyorum?

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Bu tespiti sondan başa doğru giderek yaptığım için ki adı üstünde gözlem; davranış, kelâm ve bana yansıyan üzerinden çıkarımlarda bulunabilirim. Sizi krite etmem kabil değil ve henüz dilinize yoğunlukla doladığınız bir kavrama rast gelmiş değilim. E tabi ayırıcı nokta galiba ‘nutuk’ çeker tavırdır. Üst perde, pervâsız, yüksek tonlama...

      Sil
  6. ‘Nutuk’ çeker tavır, üst perdeden konuşma, pervâsızlık ve yüksek tonlamam ile hangi yoksunluğumu gizlemiş oluyorum? Yani bu hâlin olmayanı nedir?

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Sizden bahsetmiyorum ayırıcı noktaları vurgularken. Çerçeve bu, içini hangi yoksunlukla doldurursanız doldurun. Özellikle yüksek tonlama, dünyadaki ve içimizdeki tüm sesleri bastırmak içindir.

      Sil
    2. Meselâ çok yemin içen insanın, çok yalan söylemesi gibi. Doğruluğunu ispat için gereksiz tekrarlar yapar, rahatsız edecek kadar ardarda yeminler içer. Rast gelmişsinizdir; Adam apaçık yalanlar söyleyip, yetmiyormuş gibi kallavî andlar içer, hem de ağzı dolu dolu ‘Allah’ ve ‘Kur’an’ adına. Maksadı en Güçlü’nün gölgesine sığınıp çabucak savuşturabilmektir üstündeki şaibeyi. Bu kolaylıkla ayıklayabileceğimiz bir insan türüdür bu çerçevede. Bir de daha komplike olanları var. Ancak şansınız varsa ve de basiretiniz, anlayabilirsiniz neyin ‘yoksunu’ olduğunu söylemlerinden. Zordur yani çözebilmek.
      Bir süreç ya da bir fırsat gerektirir. Meselâ kıyasıya kapitalizm eleştirisi yapan birinin-özellikle bu çıkışı eleştiriden ayıran fark hamasiyet kokan abartılı üslûptur- ‘erk’e verip veriştirmesi ama ‘erk’le bizzat tanıştığında ‘en sıkı kapitalist benim’ noktasına gelmesidir, hızla hem de. Bir ârâf payı kadar bile değildir o atlayış.

      Sil
    3. 'Erk'le tanışan 'müslüman kişisi' üzerine düşündüm gün boyu. ‘Erk’i siyasî ya da mâlî/ticarî güç yâhut her ikisi bir arada olarak müşahhaslaştırmaya çalıştım kafamda... Erk ile karşılaşınca değişen müslüman kişisi genellemesi biraz ağır geldi açıkçası bana, erk ile sonradan tanışmış ya da erk'in bizâtihi içine doğmuş bazı tarihi şahsiyetleri düşününce. Hz. Ebubekir ve Ömer’den tutup da İmam A’zam, Sultan Fatih, Yavuz, Kânunî, II. Abdülhamid, Ömer bin Abdülaziz, Nizam-ül-Mülk, vb. örnekler geçti film şeridi gibi gözümün önünden. Bu şahsiyetler de birşeylere meydan okuyordu hâliyle, birşeyleri olabildiğince eleştiriyordu, aynı zamanda erk ile haşir neşirdi, kimi siyasî kimi ticarî tarafından.. Bazıları hattâ içine doğmuştu bu durumun. Mükemmel miydiler, hiç mi hataları yoktu, hiç mi savrulmadılar? Hâşâ... Beşerdiler netîcede... Ama terazilerinde iyi yönleri ağır bastığı için bizim gözümüzde ve gönlümüzde başka yerlerde, başka seviyelerde yaşadılar. Biz onların hatalarına değil dosdoğru yaptıkları şeylere odaklanmayı tercih ettik genelde ve kitaplarda da bunlar anlatıldı elbet. Sonra Necip Fazıl geldi aklıma, konuyla çok ilgisiz görünse de.. Bir çok şahsî hatası ve günahına rağmen onu nasıl da sevdiğimizi hatırladım. Bir bayraktı birçoğumuz için, üstâd idi.. Onca hatasına ve kusuruna rağmen kimsenin yapmaya cesaret edemediği yüklerin altına girip büyük bir fikir dünyası oluşturmayı ve yeni bir nefes olmayı başarabildiği için.. Necip Fazıl’ın kumarbazlığını ya da diğer günahlarını değil, ‘Çile’sini, Reis Bey’ini, ‘İdeolocya Örgüsü’nü, ‘Kavanozdaki Adam’ını yaşattık dimağlarımızda ve dahî kalbimizde. Bu noktaya niye geldim, fazla dağılmadan toparlayayım; evet siyaset ya da para bazılarımızı dejenere etti, kimimizi yoldan çıkardı, bazılarımız fena halde savruldular el Hâk.. Ama demirden korkup trene binmese idi tüm müslüman kişileri avukat, tabîb, hâkim, öğretmen, milletvekili, reis-i cumhur, iş adamı, siyâset adamı vb. etiketler ile, belki daha temiz kalabileceklerdi hâl-i hazırdaki durumlarına kıyâsen. Belki iyi bir çoban, iyi bir esnaf, iyi bir işçi olarak... Ama o pozisyonları dolduracak olanlar bize çok daha iyi bir ortam vâ’d etmeyecekti. Bunda pek kuşkum yok. Müslüman kişisinin tenkît etmekten yâhut edilmekten berî kalınması ya da tutulması değil murâdım. Empati yaparak ‘o şahsın ya da şahısların yerinde ben olsam daha mı iyi olurdum’ suâline cevap veremeyişimden. Hâsıl-ı kelâm ben o kadar sert olamıyorum bunca muhalifliğime rağmen...

      Sil
    4. Hakkaniyet ölçüsü gözetme hassasiyetinizi anlıyorum. Bu süreç öyle yada böyle hepimizi çarkın içine aldı, muhitle olan organik bağlarımız kendimizi âri görmemizi imkânsız kılıyor. Saydığınız tüm örnekler üzerinden de düşündüm aslında. Hatta bugün Hz. Ebubekir’e çevirdim objektifimi. Sahabenin bu konuda çok çetin sınavlardan geçtiğini zaten yaptığımız okumalardan anlıyoruz. Bir anektoda rastladım: Hz. Ebubekir ölüm döşeğinde, son ana kadar beytülmâlden aldığı tüm maaşların servetinden ödenmesini istemiş. Fireler olmaz mı? Doğasına aykırı, dünyanın çetin bir imtihan yeri olması gerçeğine. Yani ‘erk’ ile imtihan mevzusu hepimizi kapsıyor. Merkeze ne kadar yakınsak o kadar çetrefilleşiyor durum. Eğer münferid bir takım dejenerasyon örneklemeleri üzerinden konuşacaksak, âmennâ, Sorun şu ki; “Bu ülkenin zencileriyiz” dedik hep.
      İçimizdeki ukdenin sloganıydı bu. İnancımızdan ve kimliğimizden ötürü yıllar yılı gördüğümüz muameleyi haksızlık addediyor ve ‘kimliğimize özgürlük’ mücadelemize sımsıkı sarılıyorduk. İdealisttik ve dünyaya adalet getireceğimize inancımız tamdı. Bir samimiyet turnosolu küstahlığına girmeyeyeceğim elbette. Bir gün oldu, bir gün ‘erk’ artık elimizde değilse de ‘bizden’ bildiklerimizdeydi. İlk düşündüğümüz şey özgürce inancımızı yaşayabilme imkânı doğmasıydı ve biz artık bu ülkenin ‘yerli’leriydik. Tabiri caizse şişede durduğu gibi durmuyordu meret, sarhoşluk bir türlü yerini akl-ı selime bırakmıyordu. Bir farkımız olmalıydı değil mi? Bunca yıllık ‘zenci’liğimize değecek bir ayracımız. Ki hazırda vardı sağlam bir ayraç ama içine düştüğümüz sistemde kolay değildi
      Bunu dolaşıma sokmak. Ama asıl imtihan erkin hemen akabinde bize cömertçe kucak açan ‘para’ idi. Burasında rengimiz yitti, dünya kağıt yeşiline boyandı. Onların gettolarına nazire gettolar inşa ettik, bolca betonarme. Onların Reina’sı varsa hemen dibinde bizim de Hukka’mız olmalıydı. Her yere girebilmeli, her mekâna takılabilmeli, dünyaca ünlü markalara paramız yetmeli, daha olmazsa hevesimiz yetmeli...
      Mevzû o kadar derin, uzun, yıpratıcı ki...
      Oruçlu bünye zihni yoruyor biraz, bir virgül koyayım buraya.

      Sil
  7. 'Onların Reina’sı varsa hemen dibinde bizim de Hukka’mız olmalıydı.' hikâyenin bu kısmı çok yan yakıcı ama Hukka'cıların ülkenin zencilerinden olduğuna pek inanamıyorum. Onlar her devrin bukalemunları.. Sosyalist bir düzende de 'Markska'cılar olarak karşımıza dikilebilirlerdi.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Hukka’cılar elbette değil, onlar kapitalizmin değişmezleri. Talep tarafında duruyor ülkemin ‘zenci’leri. Can yakıcı olan bu. Mesele ne fark getirdik bu çivisi çıkmış dünyaya sorusuna verdiğimiz cevap. Biz rahatladık evet, bireysel çabalarla bu rahatlamayı doğru yere kanalize edenlerimiz de oldu, tamam. Totâlde baktığımızda kâr-zarar dengesi ne durumda inanç dünyamızın. Kaygı eşiğim tam da burada tavan yapıyor işte.

      Sil
  8. Benim asıl midemi bulandıran Hukka kültürü değil. Karşı cenâha şirin görünmek için dünün putlarının bugün kendi cenâhımızca bayraklaştırılıyor olması...

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Sakın içselleştirmiş olmasın dünün putlarını bu cenâh?

      Sil
    2. Hukka bir sembol. ‘Bakın yok sizden farkımız’ çabası. Aynîleşme göstergesi.

      Sil
    3. Ürkütücü bir soru, cevabından kaçmaya çalışıyorum. Zanlarımızdaki Hüsnü Bey'e çok yazık olacak.

      Sil
    4. Dünün putlarının bayraklaştırılıyor olması aslında tam da bu belki: "‘Bakın yok sizden farkımız’ çabası. Aynîleşme göstergesi."

      Sil
    5. 40 gün söylenirse olurmuş ya, kaç kırk gün?

      Sil
    6. Amerikan filmlerine özenerek: "Yorum yok."

      Sil
  9. "Hz. Ebubekir ölüm döşeğinde, son ana kadar beytülmâlden aldığı tüm maaşların servetinden ödenmesini istemiş." 'Madem yeterli serveti vardı, sonradan iade edeceğine ilk başta hiç almasa idi.' şeklinde bir düşünce kapladı beni. Şeytan mı boş durmuyor? Ramazan'da bağlanmıyor muydu bu mahluk?

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Gem tutmuyor, 7-24 faaliyette.
      Sorgulamak haddim değil. Neticede kapı gibi sözü duruyor şuracıkta Hasan Basri Hazretlerinin:
      “Siz onları görseydiniz deli zannederdiniz. Onlar sizi görselerdi, bunlar Müslüman mı derlerdi””

      Sil
    2. Kendi kendime bulduğum cevap şu: Belki en başından bu maaşı almasa bu diğerleri için hüccet kabul edilir ve kamu için çalışanlar ihiyaçlarını temin için maaş almaya cesaret bulamazdı. İade ederek de ihtiyacı olmayanlara yol göstermiş oluyor bu durumda.

      Sil
    3. Hangisi hüccet kâbul edildi de bu edilecek, Allah aşkına. Maaş helâli hoş olsun. Mesele ‘kim olduğunu hatırlamak’ meselesi

      Sil