"Pâyın sadâsı gelse de sen hiç gelmesen Men dinlesem kiyâmete dek, vuslat istemen Bulsam izinle semtini, ol semte ermesem Aşsam zamânı hasretin encamı gelmeden"
Kayıp zamanlardan derilmiş serseri mayın kelimeler var dillerinde; kaygısız, çelimsiz, sığıntı…
Göz gözü görmez dehlizlerden kendilerine varmayan yolculuklar yaparken yakalanmış erişkinler gibiler.
Kadehlerindeki meyin hükmü kadar değiyorlar hikayelerin sahiciliklerine. Ekşimtrak zihinlerinin her bir hücresinde yaşanmamış baharlar var, kendine el yangınlarda yol arkadaşlarının yüzlerini seçebilmek için atıyorlar tüm kıymetli libaslarını ateşe. Ateş harını yokluğun yarattığı boşluktan alıyor. Boşluğun kuyusu derin, aks’ine kulağın pası yâr, suyunda göz gözün kahrına râm.
Sen bilmekle gitmek arasında, arafta, susmakla ağlamak arasında, tarifi olmayan bir yolculuksun. Bütün yolculukların seyrinden öte ve bütün seyir defterlerinin yalnızlığından eksilen bir "dem"sin. Aklının birbirine dolaşık iplerinden habersiz dizeler kopuveriyorlar ansızın kuytularından. Ah ki ne çaresiz bir kopuştur o ve nasıl da ustalıkla ağına düşerler sessizliğinin, bir çırpıda ve el çabukluğuyla.
Her şerde bir hayır her hayırda bir şer...
Son günlerde kafamda dönüp duran iki esasın ilkidir bu.
Kuzu postuna bürünmüş kurdun gülen yüzü sadece bir aldatmacadan ibarettir. Eline geçsen-ister kimliğin ister kılığın yüzünden-seni bir kaşık suda boğacak olanın maskesi düşer ve niyet yüzeyde tüm çirkinliğiyle boy gösterir.
-Küçük bir kızın duası gibi, sade ve dolambaçsız cümlelere sığınıp dönmelisin yüzünü ben'ine. o zaman, derinlik kustuğunda hani karanlığından seni, bulacaksın en son saklambaçta kaybettiğini...
-Böyle seviyorum ben; kelimeler kapımı şımarık bir sulta edasıyla çaldığında, sevgili olan sevgiliyi çekip çıkardığımda altı çizilmiş anılardan, hayali bir gülümseme kondurduğumda o hep güven veren yüzüne...
Böyle seviyorum işte...