İlk an…
Ailenin haşarı oğlan çocukları ellerindeki sapanla bir kuşu avlamaya çalışıyorlar. Terastan onları izliyorum, sanırım aklım ilk o zaman karışıyor. Zevklerin bir kuşun kanadındaki acıya denk düşen tarafını görmezden gelmenin “büyük” olmakla kurulan sarsıntısız bağı...
Dış kapıdan bir ses geliyor, hayatım boyunca bir daha eşine ancak Türk filmlerinde rastlayacağım oturaklı bir ses. Belki de çocukluk, bir kurtarıcıya gereksinim duyduğunda algısına efsanevi anlamlar yüklüyor, kim bilir.
“Ulan serseriler ! Faydasız işler yapmaya utanmıyor musunuz? Hadi içeri, ders çalışmaya”
Bu Babam… Herkesi bir anda çil yavrusu gibi dağıtıveren gücüne hayran hayran bakan gözlerin sahibi ise ben. Yani O’nun en küçüğü, yumuşak karnı, şımarıklığına göz yumulması elzem olan oyuncağı, sonrasında arkadaşı, yoldaşı, uzun yürüyüşlerde sessizliğini paylaştığı sırdaşı…
Benim kabına sığmayan haşarı ağabeylerim, onlardan tam da beklenen bir hızla dağıldıklarında, öğle yemeği için evin kapısında beliren babama kayıyor gözlerim. Sonra karların içinde kımıltısız duran bir çift kanada takılıyor ve balkonun soğuk demirlerinin elimdeki buz yanığına aldırmadan gözlerimden bir çift yaş süzülüyor.
Doğduğum topraklar hayatın çetrefilli yanına alabildiğine yaslanmış, sert sözcüklerle tanımlıyorlar hatırladığım birkaç dökük anıyı. Yıllar sonra, kocaman bir genç kız olduğumda babam beni yanına katıp doğduğum eve götürüyor. Bahçe kapısından içeri girer girmez aynı sahne yeniden canlanıyor sanki.
Bir kuşun karda bıraktığı ize yüreğini gömen o küçük kız, büyüdüğünü ilk o zaman fark ediyor. Babama dönüp hikayeyi anlatıyorum. Hatırlamadığını söylediğinde kulaklarıma inanamıyorum önce. Benim acının çaresizlikle yoğrulan yüzüne ilk şahitliğimi nasıl hatırlamaz diyorum içimden. Çocuk duyarlılığının başka bir boyutunu keşfediyorum böylelikle. İçinizdeki fırtınanın bir kaşığın dalgalarına denk düştüğünü ve büyüklerin bunu asla anlayamayacağını. ..
“Senin serseri ağabeylerinin vukuatlarını kaydedecek hafıza hiçbir adem evladında yoktur” deyip gülüyor babam. Gülüşünde kızgınlık yok yalnız, ukde yok, yarım kalmışlık yok…
Yüzlerine karşı söylemese de hayatı boyunca parmakla gösterilen örnek evlatlar yetiştirdiğinden şüphesi yok çünkü. Evladıyla övünenlerin kınandığı zamanlardan kalma bir adam babam, bundan belki sağlam duruyor hayat karşısında her biri.
Asıl biriktirdiklerim büyüdüğüm toprakların bereketi. Fırat nehrinin azgın sularının beslediği küçük, şirin, efsunlu bir kasabaya ilk adımımızı babamın tayini dolayısıyla atıyoruz. Henüz üç yaşındayım ve hayat bu kasabada üç eksik yeniden başlıyor benim için. Yıllar sonra genç kızlığa ilk adımlarımda terk etmek durumunda kaldığımız- yeni bir tayinle- o evin kapısından içeri adım atar atmaz kocaman bahçesine vuruluyorum. Babamın sıkı sıkı tuttuğum- o ana kadar bırakmamak için türlü kaprisler yapıp da- ellerini bırakıp soluğu bahçedeki küçük havuzun başında alıyorum. O havuz bir filmin bütün karelerinin vazgeçilmezi olacak, hissediyorum bunu. Evin dört bir tarafını çevreleyen bahçesi adeta bir çocuğun masal kahramanlarına yoldaşlık etmesi kadar heyecanlandırıyor beni. Rengarenk çiçeklerin, koca koca ağaçların arasında bir taş mabed gibi duran evimizin –lojman-merdivenlerini mutluluk karelerini çoğaltacağımdan emin bir hafiflikle çıkıyorum.
Yanılmamışım. Babam alt kattaki odasını gösteriyor bize ve çalışma arkadaşlarıyla tanıştırıyor. Aman Allahım, şimdi her canım istediğinde O’nu görebileceğim diyorum içimden. Müthiş bir başlangıç gibi geliyor bu ilk an faslı. Evimize içeriden uzun bir merdivenle çıkıyoruz. Ev değil adeta saray. Çocuklar büyük mekanlarda büyümeyi seviyorlar, bunu çok sonraları edindiğim tecrübelerden de biliyorum. Sanki hayallerinin dizginlerini tutan şeyin, dört duvar sevimsizliği olduğunu daha küçücükken farkına varıyorlar.
Hele de bu evin kasabanın ruhuna işlemiş gizemin bir parçası olduğuna sizi inandıran koca bir bodrum katı, uzun ve kalın kabloların sarıldığı büyük bobinler arasında kurulan oyunlar, saklanmak için istemediğiniz kadar köşe bucağı varsa.
Küçük kasabaların kendine özgü bir rengi ve kokusu mu vardır yoksa bu da çocukluk algımın bir oyunu mudur bilmiyorum. Yalnız gri bir söylence gibi ruhumu kuşatan ara sokaklarından ve içinden evlerin geçtiği-ki o çocuklukla onların hep seyir halinde olduklarına inanırdım- loş tüneller taşın büyüsüyle daha da belirginleşirdi. Oysa doğduğum topraklar kahverengi bakar, kahverengi kokardı. Toprağın rengi üstünde yaşayanların yüzlerindeki derin çizgilerden bile seçilebilirdi.
Oysa bu küçük kasabada kaldırım taşları dahi-siyahın kasvetinden arınmış gibi görünse de- yeterince masumiyet atfedilmemiş ruhuna en yakışan renge bürünmüştü ve üzerinde muhteşem duran libasına sadakati ta öteden görülebiliyordu: Gri…
Şanslı bir çocuktum, babam bir merdiven boyu mesafedeydi ve önce O’nun emanetine bırakırdım içimdeki çocuğu, sonra özgürce oyunlar kuracağımız bahçede, mahallede alırdım soluğu. Kasabaya alıştıkça- ki eskiden böyle yerlerde devletin müdürü ve onun ailesine ihtiram gösterilirdi- ve yeni arkadaşlar edindikçe merakımın dizginleri dört nala keşiflere vurdu kendini.
Henüz düşmanlıkların bileylenmediği ve safların kalın kalın duvarlarla ayrıştırılmaya çalışılmadığı zor dönemlerden uzaktık. Hayat naif ve sıradan üslubuyla akıp giderdi. İnsanlar gündelik telaşelerinin yanı sıra birbirlerinin gözlerinin içine bakmaktan imtina etmezlerdi.
……..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder