/Telgrafın telleri hükümsüz de, üzerine konan kuşlar nereye göçtüler?/
'Tedavülden kalkmış' parantezi içimi sızlatıyor, yerli yersiz ne varsa geri çağırmak istiyorum bazen.
(Bu 'bazen'leri de ne çok kullandığıma takıyorum, konudan tamamen bağımsız ve yersiz elbette. İnsanın içesine saçmalayacağı, delireceği, zaman zaman sayıp söveceği, kendini aynalayıp sonra da yansımasına katıla katıla güleceği, en önemlisi içini açabileceği hesapsız kitapsız bir güncesinin olması şahane. İmladan çok 'anlam'a anlam yükleyebileceği alabildiğine ben olabildiği, parçalanmadan durabildiği yegâne mekândır burası. Ne çok zaman geçmiş ilk dokunuşla son iç döküş arasında, vay be.)
Yazmak fiiline ilk ciddi adımı sanırım bir yarışmada atmıştım. Başlığı hâlâ dün gibi aklımda.-Hoş bu dün gibilik de tuhaf, niye dün gibi meselâ?-
"Posta Uluslararası Bir Bağdır" konulu bir yarışmaydı ve ortaokul sıralarındaydım henüz. Önce il birinciliği geldi, sonra Türkiye üçüncülüğü. Babası postacı olan birinin yazın serüvenine atılış şekli, ironik. Telgrafın tellerine kuşlar mı konar, diye başlıyordu yazı sanırım. Elimde bir nüshası yok, buna hayıflanmadığım bir zaman dilimi de. Babam, gözünden sakındığı daktilosuna dokunmama ilk o zaman izin vermişti, sonrasında elimden uzun süre düşürmediğim.
Ödül olarak minik bir pul koleksiyonu gönderilmişti, aldığım ilk ve en anlamlı hediyeydi belki de. Henüz tedavülden kalkmamıştı ama bu pulların bir gün 'tarih' olacağını biliyor gibi huzursuz bir hüzün kaplamıştı içimi. Kapağını her açtığımda yüreğimdeki kuşlar pır pır uçar konardı telgrafın tellerine. hayalimde birer pusula iliştirirdim minicik ayaklarına ve salardım düşler ülkesine. Sahi eskiden uçsuz bucaksız hayaller kuran o yeni yetme kız nerede? Hangi yol ayrımında vaz geçti bundan, bilmiyorum.
Bazen babamın makam odasına iner-lojman üstteydi- ve mektuplara pulları benim yapıştırmama izin versinler diye memurlarına türlü şirinlikler yapardım. Göz ucuyla beni izleyen babama bakardım, gülümseyişinden anlardım, birazcık şımarıklıktan zarar gelmezdi. Sahi hayatım boyu göz ucu mesabesinde olurdu babam, bazen hissettirmeden, huzursuz etmeden. Nasıl başarırdı bilmem, bilsem de büyüsü bozulmasın diye sırrı açık etmem.
Tedavülden kalktılar; babamın daktilosu, telgrafın telleri, sarı beyaz zarfların üzerine yapıştırdığım türlü türlü pullar... İyi de kuşlar niye yoklar?...
Ve sen, o yeni yetme kız, hâlâ oradasın.. Bir mektubun kenarında, bir pulun gölgesinde.. Yazarken bulursun kendini, çünkü şiir tedavülden kalkmaz asla.
YanıtlaSilO yeni yetme kız, tünemiş bir ağacın gölgesine hayatın eğrisine doğrusuna çentikler atıp duruyor. Bir çentik gelip de hiç olmamış gibi geçene, bir çentik bastığı yerde gül bitirmeyene ve hâlâ bunu yaşamak bilene, bir çentik daha, daha... Neresinde tünesin hayâl dalına, kestiremiyor.
SilKuşlar, postacı, telgraf, daktilo, şiir, ağaç… Hepsi sende yeni yetme kız.. Bu çentikler ne söyler, hangi türküyü çağırır? O ağacın gövdesine hangi dizeyi kazır?
YanıtlaSilSayısız çentik, sayısız türkü, çokça şiir... hepsi eğrisi ve doğrusuyla hayatın O'na kattıklarıdır ve dokunulmazdır. Zaman zaman yeise de düşse bilir, onlar olmasa içine büzülüp kalırdı o yeni yetme kız, var olmayı yaşayadurmak sanırdı.
SilBugün Hancı sussun Yolcu anlatsın: Hangi türküler, kaçıncı çentik sonrası ve hangi dize düşürdü yolunu bu hana? Biraz da dinlemek istiyor Hancı, biriktirmek için yeni hikâyeler. Bu ıssız, kimsenin uğramadığı handa hangi giz'in izlerini arar?
SilEskiden mektuplar gelirdi posta ile. Şimdi faturalar bile gelmez oldu. Elektronik ekranlara sığdırdık her şeyi, sararacak mektuplarımız, mürekkebi kaybolduğundan okunacak faturalarımız bile yok artık. Çentiklerimiz ağaçlara değil, bilgisayarımızda yeterince yer işgal etmesin diye elektronik bulutlara atılıyor. Hayal kırıklıklarımız gibi sevinçlerimiz de, gözyaşlarımız kadar gülümsemelerimiz de emojilerle takdim ediliyor artık.
YanıtlaSilÇünkü 'söz' yitirdi tılsımını, tuşların insafına bıraktık kelimeleri. El yazması mektuplar hâlâ yazarım, inadımın zaferi. 'Ses' de nasibini aldı bu kuruluktan. Bir bakışın bin anlam taşıdığı, bir 'ses'in kalbe yumuşaklık kattığı zamanlardan emojilere kapılandık, onlarla anlatıyoruz ya da anlattığımızı sanıyoruz hislerimizi.
SilYolcunun heybesinde hancıdan alacakları var.
YanıtlaSilYedi cedd ötesinden geliyor olmalı bu alacak meselesi, bir türlü hesap kapanmıyor:)
SilKapanmaz efendim, bu hesap hiç kapanmaz.. Ayrıca hangi nehir "suyumdan içmeyin!" der?
SilNehirleri de kurutuyorlar yahu?
SilBiz yağmur olur besleriz:)
YanıtlaSilİnadınızı biliriz, adımız çıkmış bi de:)
SilŞu dünyanın haline bak! Hanı kuran hancı yolcuya "neden buraya uğradınız?" diye sorabiliyor
YanıtlaSilYanlış! Neden diye değil nasıl diye soruyor bu bir. İkincisi haın kapıları konusunda daha demin bir girizgâhı vardı yolcunun, unutmuşa benziyor. Hancı hiç mi çıkmasın dünyasından, nefes almasın yahu. Zaten unutulmuş dünyanın ücrasında.
SilEvet 'Hancıyı sinirlendirmemek ve suyunda gitmek lazım!' diye hatırladı yolcu. Nasıl da unutmuştu bu gerçeği, Feride'nin rüzgârda kayboluşunu, şiir olup sırra kadem basmasını düşünürken.
YanıtlaSilEn sevdiği, kaybolmak, kayıp olmadan…
Sil'Buz yok mu, buz?' diye sordu yolcu. Bu sıcakta ocağın ha bire harlanmasına anlam verememişti. Tabi ki çay olabilirdi, ama soğuk bir ayrana da kimse hayır demezdi böyle bir havada.
YanıtlaSilLâ! Biz ki 45 derece havada bile çay içer, duman tüttürürüz efenim. Gazoz belki ama ayran çay isteğini söndürürmüş, patronun yalancısıyım:)
SilYolcu, hancının sorusunu bir kenara itip, sıcağın ağırlığı altında terleyen alnını silerken, “Buz yok mu, buz?” diye sordu, sesinde bir parça sabırsızlık, bir parça yorgunluk. Ocağın harı, handaki taş duvarların arasında alev alev yanıyor, ateşin çıtırtısı türkülerin raylarına karışıyordu. “Çay iyi, güzel,” dedi yolcu, “ama bu sıcakta, soğuk bir ayran olsa, kimse hayır demez, hancı.”
YanıtlaSilHancı, kaşlarını kaldırıp bir an düşündü, sonra gülümsedi, o yeni yetme kızın çentiklerini, kuşları, telgraf tellerini hatırlatır gibi. “Buz mu?” dedi, “Bu handa buz zor bulunur, yolcu. Ama ayran… hele bir bakayım, belki bir çare buluruz.” Mutfaktan bir bakır tasla döndü, içinde serin bir ayran, köpüklü, bembeyaz. “Sıcak da olsa, bu han soğutur yüreği,” dedi, “çentiklerin, türkülerin, şiirin serinliğiyle.”
YanıtlaSilYolcu heybesinden hancıdan alacaklarını çıkarıp masaya koymaya bir türlü cesaretini toplayamıyordu. 'Serin ve köpüklü ayran, serin, asi, berrak, aşk gibi ayran, gül bitirir toprağa' diye fısıldadı.
YanıtlaSilHancı bir anda sessizliğe büründü.. Yolcudaki tuhaf, çekingen tavırların altında bir şeyler arar gibiydi sanki.
YanıtlaSilBelki…
Sil"Bir deva bulmak için bağrındaki yaraya
YanıtlaSilToplanmıştı garipler şimdi kervansaraya."
Bazı yaralara 'deva' aranmamalı, seni var edenlere hiç. Yarasından tanımak bir insanı, ne güzel bir rast geliştir, ne çok kıymetlidir bilinse...
Sil