9 Mayıs 2022 Pazartesi

'Müslüman’ın 'Erk’le İmtihanı



"İnsan insan derler idi,

İnsan nedir şimdi bildim."

Pandora'nın kutusunu aralamak yeterince ürkütücü. Sanıyordum ki kelimelere dökmesem içimin sesi bir süre sonra yankısını kaybedecek ve ruhum huzura erecek. İçimin sesi! Kendimle söyleşmeye o kadar alıştım ki, yorulduğumda ya da sesim kısıldığında rüyalar devreye giriyor ve avaz avaz bir kavganın ortasında buluyorum kendimi. Böylesi gecelerin sabahı hep yorgun, hep bitkin uyanıyorum. Çözdükçe ve sustukça daha yorgun daha bitkin...

Elbette bu girizgâhın bir sebebi var, sustuklarımın bir bedeli... Yankısı cılız ama acısı büyük...

28 Şubat bu yazının konusuna milât olsun ve şuracıkta sırasını beklesin. Sondan başa anlatmaya çalışacağım hazin bir öyküdür bu ve neresinden başlarsam başlayayım hafiflemeyecek bir ağırlık...

Baştan belli miydi sonumuz bilmiyorum; öyleyse vahim. Ama sonumuzun geldiğini adım adım hissetmek en zor olanıydı. Geç olmadan söyleyeyim; bu yazının hiç bir köşesinde çiçek böcek resimleri, hülyâlı seremoniler ve süslü kelimeler yok, nasıl olsun ki? İrtifanın dili keskin, yakıcı ama kestirme.

Kaybettik; görünenin ötesinde çok daha derin ve sarsıcı bir şekilde kaybettik. Yolumuz çatallaştı, ruhumuz çoraklaştı, îtikâdımızın temelleri sarsıldı. Usul usul değil gümbür gümbür geldi sonumuz. Tepe sarhoşluğumuzun açıklanamaz bir tarafı yok, zaten bu yazının da bir düğümü çözmek gibi bir derdi de... Bir süre öncesine kadar doğru dinamikleri olan korunaklı bir çemberin içinde yaşadığımı zanneder ve bununla avunurdum. İnsanın bir umudun kanatlarına tutunması bir parça nefes gibidir, hayatî bir nefes. Ne büyük romantizm! Eğer hayatınızın tüm köşe taşlarında izleri olan ve sonsuzca güvendikleriniz bu çarkın dişlisi olmaya heves ettiyse ve bunu anlaşılmaz bir aymazlıkla karşılıyorlarsa; ya göç mevsimidir artık, veyahut da inziva. 

Büyük ideallerimiz vardı, değiştirmeye muktedir hissettiğimiz çarpıklıkları dünyanın. Bütün kokuşmuşluklara siper edeceğimiz sağlam kalpler taşıyorduk, ya da öyle zannediyorduk. Bu ülkenin zencileriydik biz, bir fırsat verilse efendileri olmaya can atacağımızı henüz bilmiyorduk. Çok acı çekmiştik, çok örselenmiş çok ötelenmiştik. Hep 'öteki' olmanın anısına kitaplar dolusu hikâyemiz ve hınçlarımız vardı. Fakat öç almaya değil, fark yaratmaya gelecektik. İnanıyor muyduk buna bilmiyorum, hikâyemizin bir yerinde samimi miydik?... Büyük iddiaların altına kocaman kocaman imzalar atarken sınanmadığımız iddianın sahibi olamayacağımızı hep es geçiyorduk. Meselâ Hâbil'in soyundan geldiğimizi iddia ederken, Kâbil'in de kanını taşıdığımızı unutuyorduk. İyilik ve kötülük karındaşlardı ve kolayca  birbirlerinin yerine ikâme edilebilirlerdi. "Hangisini beslersek" onu çoğaltacaktık. Hangisine meyledersek Rabb yollarımızdaki taşları bu meyle göre ayıklatacaktı. 

Amellerimiz niyetlerimizin yerini aldı ve bizi seküler dünyanın kucağına bıraktı. Artık kendi Reina'larımız vardı eğlenebileceğimiz-yaşasın!- Kendi gettolarımızı kurduk hızla, kök salmalıydık, serpilip büyümeli ve 'biz de buradayız' diye haykırmalıydık tüm dünyaya. Görünür olmanın hazzı çabucak 'erk' olmanın dayanılmaz hafifliğine evrildi. 'güç bende'ydi artık, zencilerin devri başlamıştı, ne mutlu ne şâhâne! Birbirimize 'olması gerektiğini' salık veriyorduk, ideallerimizin büyüklüğü oranında taviz verilebilir ve risk alınabilirdi. Dünyanın neşesine kapılmak bir süreliğine mâzur görülmeliydi, bunca yoksun kalmışlığın hatırına. Hem canım, dünya da mü'min'e bir oyalanma yeri değil miydi? Komşumuz aç değildi ki gettolarımızda, tıka basa yemek zül sayılsındı. Yoğun ve yorucu gündemlerimizin arasında secdelerimiz seyrekleşebilir, akidlerimiz ertelenebilir, erdem tozlu raflarda sırasını bekleyebilirdi. Çok işimiz vardı çok; dünyanın tüm mazlumlarına meşâle olacaktık daha, varsın doğurduklarımız ışığımızdan bir parça mahrum kalsaydı. 'Mübah' yalanların, küçük kaçamakların, büyük lokmaların ne önemi vardı, kocaman ideallerimizin yanında? 

Bütün mekânlara girebilmeli, bütün hazları tadabilmeli, hakkımız olanı alabilmeliydik. Sahi hakkımız neydi bizim? Ne çok 'hakkımız' varmıştı, al al bitmeyen...

Ne çok ukdelerimiz, geç kalmışlıklarımız, yaşanmamışlıklarımız... Ne çok 'biz' varmış içimizde, karanlık taraflarımızı besleyen. 

'28 Şubat' kendimizle ahdimizin başlangıcıydı; zorlu bir sınavdı, çetin bir mücadele gerektiriyordu ve inancımız oranında sert rüzgârlara karşı direnme gücümüz vardı. 'Öteki'ydik tamam ama önemliydik. Bir 'dava'mız vardı, uğruna dünyanın tüm zorluklarına göğüs gerebileceğimiz soylu bir dava...

'Bir gün' diyorduk bir gün, cefamıza bağışlanmış bir zaferle çıkacaktık bu karanlık tünelden. Belki inanıyorduk buna, belki diri tutuyordu coşkumuzu bu hâyâl. O 'bir gün' gelip çattığında bir yol ayrımında olduğumuzdan asla şüphelenmedik, oturup düşünmedik bile. 'Erk'in bir ucuna tutunanlarımız daha önce başlattı geri sayımını. kıyısından bulaşanlarımızın yolu uzundu ama tünelin ucunda ışık vardı, değerdi beklemeye, nasılsa hepimizi içine alacaktı bu girdap, er ya da geç alacaktı. Bazılarımız, 'görmek' bahtsızlığıyla doğanlarımız hani, 'bilmek' için yaşamak zorunda olmayanlarımız; zaman içerisinde ya 'hükümsüzdür' yaftasını asıp kapısına inzivaya çekildi ya da agoranın tam ortasında direnmeyi seçti. Hiç bir direniş bu kadar soylu, bu kadar zorlu değildi. Bir avuçtular ve aslında ne çoktular. Neticede yazıldığımız sayfalarda derkenâr oldular ama oldular, var oldular bütün bu yok olmuşlukların ortasında.



3 yorum:

  1. Bir zamanlar kaybolmuş bir ışık vardı; sabahın ilk soluğu gibi ince, kırılgan.. Ama kimse fark etmedi. O ışık bir çiçek gibi solmuş, ardından gökyüzü de boşalmıştı. Ve kaybolmuş her şeyde olduğu gibi, geriye bir tek yokluk kaldı. O kaybolan şeyin ardında, bir başka kaybolmuşluk gizliydi. Gökyüzünde kaybolan her yıldız, bir başka yıldıza dönüştü. Kimse bakmadı, kimse sormadı; kaybolan her şey, bir boşlukla bütünleşti.

    Şehir, bir zamanlar var olan bedeninin hatırlattığı boş bir kalp gibi atıyordu. Beton sokaklarda adımlar yankı yapıyor, ama bir iz bırakmadan kayboluyordu. Herkes başka bir kayboluşun peşindeydi, ama neyi kaybettiklerini bilmeden. Şehrin insanları, kaybolan şeyleri ararken, gözlerinde unutulmuş bir geçmişi taşıyorlardı. Sokaklarda kaybolan her adımda, eski bir şarkının notaları çınlıyordu; ama şarkı bittiğinde hiçbir söz kalmadı.

    Bir yaprak, yere düşerken, sessizliği bozan tek şey rüzgârın hafif uğultusuydu. Zaman, hızla savrulmuş bir yaprak gibi, yere çarpmadan kayboluyordu. O kaybolan yaprak, bir zamanın adıydı; ama adı anılmadı. Yine de, düşüşü bir efsane gibi ardında yankı bıraktı. Bir kuş uçtu, ama o da kayboldu. Gökyüzü, uçtuğu yönü hatırlamıyordu. Her şeyin kayboluşu, bir ezgi gibi, karanlıkta kaybolan bir sesin yankısıydı.

    Şehirde, kaybolan her şeyde, kaybolan bir varlık vardı. Her kaybolan, bir iz bırakmadan kayboluyor, bir başka kaybolmuşluğu doğuruyordu. Kimse geriye bakmıyordu. Çünkü kaybolan her şeyin içinde, kaybolan başka bir şey vardı. Ve kaybolmuşluk, her şeyin sonunda varılacak son duraktı. Geride yalnızca kaybolmuş zamanın yankısı kaldı.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Uykuda kaybolmuş bir zihnin yazdıklarında kayboldum şimdi.. Bu kadar kaybolmuşluk fazla geldi bünyeye..

      Sil
    2. Hepimizin hayata tutunabilmek için sığındığı argümanlar var, buna en yakışanı kaybolmuşluk galiba. Kaybolma isteği bulunduğumuz hâlin hoşnutsuzluğundan, gidişata yön verememe sancısından, günü bitirirken ve güne başlarken hep aynı bunaltı hissi ile yaşamaya olan bezginlikten... Örnekleri çoğaltabiliriz ve her birine karşılık gelebilecek kayıplıklarımızı yarıştırabiliriz. Açık olan şu ki, tekrarı ne kadar çok olsa da ikrarına kendimizi ikna edebilmemiz güç. Çünkü insanız, bir yerinde hayatın üstümüzdeki ölü toprağı silkeleyip bulunmak isteyeceğiz.

      Sil