-Pazarın ruhunda bir serkeşlik var, telaşesinde bile bir dağınıklık... Gündemin dipsiz kuyusunda kör bakan nice insanı bir pazar günü uyutmak ve her şeyin bittiği o güne uyandırmak istiyorum. Delice bir hâl üzerimde, seramik tavamın dibine yapışan şillikle kavgam zahiri. "Yine eşyalarla kavgaya tutuşmuşsun" diyen hümanist ablamın ve O'nun insanı geçiştirmekte mahir avukat oğlunun tahriklerine kapılmak bile gelmiyor içimden. Gülümsüyor ve savuşturuyorum. Hadi diyorum hadi, oturun kahvaltıya ve beni ateşimle başbaşa bırakın. Nihayet ruhum birazcık sükûn buluyor ve elbet tavamdaki şillik de dize geliyor sonunda. Cıvık, diyorum içimden, ateşi bulunca nasıl da kabarıyor için. Kime benzetiyorum? Bilemiyorum. Ablam dağdaki kızın türküsünü açıyor telefonundan, usulca iliştiriyor yamacıma. "Sevdiği oğlana söylüyor şarkısını ve vurulmaya gidiyor." diyor ve hışımla dönüşüme aldırmadan çayını karıştırıyor." Ulan iyi de, beni niye vuruyor ardı sıra?" Şillik mi? Evet son damlasına kadar bana teslim, ben kim bilir hangi kuytuda?...
-Ah benim uslanmazım; sırça köşkümün müdavimi, failim, dilimin yanığı, göğsümün yası...
Şimdi sana desem ki, evrende ne kadar liman varsa sığınabileceğin bir sonraki bozgundan arta kalandır. Dön dolaş, kır dök, küs hatta ya da sus... Ya bendendir vurgunun, ya banadır kaçışın... Kuru bir âh değildir başındaki bela, bilesin. Eni konu bir toprak parçasıdır yakalayan ikimizi ama tutkunu olduğumuz renktendir, hani kahverengi kıvamında. Dilimiz aynı ağıdı ezberler geceleri, uyandığımızda burnumuzdadır tandır kokusu ve taşın suyu yürür bağrımıza. Yemin içsek bozulmaz düş, zincirlerimizdeki sır aynı efsanedendir. Demedim mi yâr sana, senden azâdedir bu sevda... Bilmezsin, nereye gidersen git avucunda bir eski yara...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder