Siyah bir düştü; gözleri günah kırmızısı bir büyücü ellerini açmış öylece duruyordu. İçimi yokladım, sanki içim bomboştu. Kendi ellerimle dokundum düşteki bana, her zamankinden daha yatkındı bedenim yokluğa.
Bütün düşlerde hep aynı şey oluyordu. Önce anlamsız bir kalabalıkta kendimi yitiriyordum, sonra bir bir dökülüyordu kumdan insanlar ayaklarımın dibine. Hiç zevkli olmuyordu sonunda kendime varmam ama düştü işte, ruhum uykuya kelepçelenmişti.
Düşlerin en çok birdenbire ortaya çıkıveren gündüzlerini seviyordum. Uzun zamandır içimizden geçip, ruhumuzda konaklamayan “eski”leri, onların yüzündeki o hiç ara verilmemiş durağanlığı, zamanın aklımızda çelik çomak zevkiyle koşturmasını, bir anda oyuncağını bir kenara fırlatıp “estepeda” çığlığında soluğunu tutuşunu sonra.
İyiliğe kalbeden yanını birdenbire, yıldızların karanlığı yaran alicenaplığını...
Bazen kısa ve kesik uykulardan düş yoksunu bir uyanışla kalkıyordum ya, nedense gün geçmiyor, yeni bir şey olmuyor, unutuyordum bir sonraki sabahın raksını zamanda. Zaman dediğin zaten silik, kendini tekrarlamaktan bitap bir bumerang arsızlığı değil miydi sonuçta.
Romantik miydim ben sahiden? Kökü mazide gayri meşru bir savaşçı?... Ne zaman gerçeğe değsem nasıl bir hızla sığındığımı bana, bilseler ne çok bekler bulurdum kendimi gözü yaşlı, kapı arkasında.
Bunun için her acı yenilerinin yanına yaldızlı harflerle eklerdi kendini, eskimek yoktu, içimin hengamesinde kaybolmak korkusu, özensiz bir dokunuşa kurban gitmek ya da.
Bunun için her acı yenilerinin yanına yaldızlı harflerle eklerdi kendini, eskimek yoktu, içimin hengamesinde kaybolmak korkusu, özensiz bir dokunuşa kurban gitmek ya da.
Aşık oldum, aşkın bütün kelimeleri sınırsız bir özgürlükle salındılar topraklarımda. Evet bir prensti gelen- komik değildi hiç- ve hatta beyaz, yaldızlı yeleleri olan bir de soylu atı vardı. Eğer buna inanmazsam nasıl sevebilirdim birini ve nasıl göz yumabilirdim sevilmeye?
Çocuk oldum; -galiba bu aşktan da sonraya düşer- her sabah bir başka masalın koynundan kalkıp yeni mutlu sonlar icat ettim kendime. Ne yazık! Çocukluk; göz açıp kapayıncaya, bir peri sopası mutsuz bir çocuğa tatlı rüyalar öpücüğü verinceye, ben büyüyünceye kadar…
Hayat oldum sonra, hayat beni seçti “ol”mak için ya da. Hayat hep kendi kulvarını dayattı ruhuma, ruhum hep o peri asasının uyandırmadığı çocuk olmayı diledi. Küçük bir sır, ben hep geceleri uzun yol otobüslerinin soğuk camlarında kurtulurdum o olmaktan. Uzun uzun giderdim, herkes uyurdu ve ben o herkesleri ne de çok severdim uykularında. Gece bana kalırdı, yıldızlar göremesem de takip ederlerdi beni bilirdim. Yalnızlık hikayelerinin cızırtısını arabanın tekerleklerinden işitmeye çalışır, dışarıdaki karanlığın içerideki loşluğa nasıl yakıştığını fark eder, başka türlü mutlu olurdum bundan. Bir romantik neye sevinebilirdi ki bu kadar?
Anne oldum birgün. Bütün olmuşluklarımdan azade kılındı dünya. Sadece hayat mı? Yalan…
Hayata suyunu veren can, canı içinde taşıyan açmamış bir gonca, goncaya çok ama çok sonra sevda bağlayacak saz, tellerinde beni yurdumdan eden Adam, gülümseyen bir çift göz için tonlarca benzin, kutular dolusu kibrit ve bu köhne dünya… Evet hepsinin ve ötesinin toplamı için anne oldum ben. Sonra çözüldü dilimin sihri, terfi ettim çocukluktan, usulca sıyrıldım başıboş sevdaların koynundan, küçük bir limana sığındım. Kaldım…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder