Ben ruhumdaki gedikleri aramaktan yorgunum; çıkmayın karşıma öyle olur olmaz, sonra deliriyorum. Sonra delirdiğime deliriyorum, dön baba dön, yoruluyorum nihayet. Kuluyum ben; gayrısı mayınlı tarla, dikenli çalı, kör döğüşü...
Kime anlatacağım; yettirmeye çalıştıkça azaldığımı, oldurmaya uğraştıkça açık verdiğimi günün sonunda. Çarşıda başka içimde başka çıkıyor hesap, karıştırıyorum. Basmıyor kafam zaten, abaküs çağımdan beri sayılarla aram limonî.
İddiamdan vurulmadığım vakî değil. Unutup bir daha yükselttiğimde sesimi, yine ve hep yine...
Göğsümü bir kafesin demirlerine yormuşlar, buz gibi kırılıyor dokunduğumda kelimeler. Hiç biri çarpmadan o soğuk demirlere, kavuşmuyor gün yüzüne. Ben aşkı yazardım bir zamanlar, aşk ben kılardı geçtiğim bütün yolları. O denli güçlüydük ki ikimiz, dünya yıkılsa omuzlarımıza 'lâ' derdik 'lâ'. Sonra yıkılıverdi dünya, altında kalan tek ikimiz.
Şimdi çalılara takılı bir uçurtma kalbim; ne kurtarabiliyor kendini ki göğün hasreti dinsin, ne de kurtulmak istiyor ki kanadığı yerler derin. Yorduğum ve yorulduğum kadarım sayfalar arasında. Dost meclisi tarümar, biraz da bundandır telvesini boş bırakıyorum fincanların. Falların dili lâl, kuş kondurmuyorlar artık bir dağın tepesine, kondursalar da ben onu görmüyorum. Kitaplar sıradan hikâyelerde ısrarcı, ah tekrar ve tekrar bitirdiğim yerden başlıyorlar. Şimdi ben nereye sığayım? Hangi rüzgârın sesinde tanıdık bir ezgi, hangi güvercinin taşıdığı pusulada o muştu var? Nereye ve kime anlatayım da sesimin aksine bir şiir döşesin yollar?
Ey kendini ilhamdan sakındırmış ruh! Bak şiir diyorum, havada bahar hâlâ, aylardan Ekim. Sigaramın dumanında kıvrım kıvrım hatıralar ki sanki daha başlamadan uğurlamışız gibi kışı. Atlamış zemheriyi kelimeler say ki, olur a dökülmeden yakalayıvermişiz dalından yaprağı. Onca yıl geçmiş, tonla mevsim atlatmış aşk, içine sinecek tek bir bahara varamamış. Kalemin kehaneti bu ya, mevsimsizliği iliştirmiş yakasına, vuslatın ağaçları kararsız bir boşlukta salınıp durmuşlar.
Beni sakla, beni koru, beni bir sonraki düşe uğurla. Bana notasız bir şarkı bağışla ki bileyim, ezgisine kem göz değmemiştir. Burada haddinden fazla oyalandım, ruhum sanrılardan yorgun. Yorgunum diyorum ey dünya! Sen niye hâlâ gözümü kırpmadığım uykuların sorgusundasın? Sokak kedilerinin gözlerinde bulduğum mânâdan bile yoksunum. Bende ahenk arama, kusurlu tarafıyım hayatın.
Şimdi çıkıp şöyle son bir defa daha salıvereceğim nefesimi havaya ve yazdan kalma bir şarkıyı çoğaltacağım sokaklarda. Bu yollarda yalnız olduğuma öyle sevineceğim ki, kalabalıklar bir çırpıda dağılacak, bir ben ve bir de aşk kalacağız son yazın bağrında.
Ekim ayındayım. Yapraklar toprağa küsmüş gibi, her biri sessizce düşüyor. Gökyüzü, sanki unutulmuş bir mektubu hatırlamış da, şimdi onu yağmurla geri yolluyor dünyaya. Eski bir hanın avlusunda oturuyorum, üstüme çöken gölgelerle. Kalabalıklar geçip duruyor önümden, ama hiçbirinin bana bakmaya niyeti yok. Yorgunum, sırtımda, bir zamanlar inandığım aşktan kalma ağır bir küfe var. İçimde uzun yollardan gelmiş bir yolcunun uykusuzluğu. Aşk mı? Çoktan başka bir rüzgârın ardına takılıp gitti. Belki bir sarı yaprağın peşinden... Ben hâlâ rüzgârın yönünü anlamaya çalışıyorum, ama her seferinde biraz daha kayboluyorum. Bir kervansarayın taş duvarına yaslıyorum içimi. Eski zamanların bir seyyahı gibi, sessizliğe sığınıyorum. Kimse dönüp de “Nereden geldin, nereye gidiyorsun?” diye sormuyor. Oysa ben gözlerimle anlatıyorum her şeyi. Bir bakış kadar suskunum. Bir ayrılık kadar derin. Yağmur yağıyor. Ne adı belli, ne tarifi var. Öyle bir yalnızlık ki bu, yalnızların bile uğramadığı bir çeşme başı gibi. Bir gün çıkıp gelirsen, beni orada bulamayacaksın. Ama ıslanmış bir dize kalabilir belki, bir defterin unutulmuş bir kenarında. Kalabalıklar hâlâ önümden geçiyor. Ben hâlâ içimden düşen bir ismi toplamaya çalışıyorum, harf harf dağılıyor. Aşkı çoktan yitirdim. Ama hâlâ onun izinde yürüyorum. Belki bir han odasında bırakılmış eski bir mendil gibiyim. Kokusu gitmiş, hikâyesi kalmış. Ekim… Bu bir mevsim değil. Bu bir veda biçimi. Bir yalnızlık usulü. Sen şimdi hangi rüzgârdasın bilmiyorum. Ama ben hâlâ buradayım.
YanıtlaSilAdı unutulmuş bir yolun kıyısında, bir han kapısında bekleyen son yolcuyum.
sarı bir ışık vuruyor bu akşam,
YanıtlaSilnereden geldiğini bilmiyorum, Delire.
belki kalealtı’ndan,
belki sabunhane’nin nemli duvarlarından.
yüzüme değiyor —
ısıtmıyor, yakıyor ama.
taş sokaklarda yankılanıyor ayak sesim,
her köşe senden kalma bir fısıltı.
yapraklar düşüyor sessizce,
her biri bir söz gibi, Delire —
yarım,
unutulmak üzere.
rüzgârın elleri var sanki,
birini bana,
birini sana uzatıyor.
şehir yavaşlıyor Delire,
kimse fark etmiyor.
kavaflar çarşısı’nda ışıklar sönüyor,
bakır ustasının çekiç sesi bile susuyor.
ben ise, Delire,
her şeyin sarardığı bu mevsimde
sana daha çok benziyorum.
bir vitrin camında yüzüm,
arkasında senin gülüşün.
ikisi de solgun,
ama biri hâlâ sıcak.
kurtuluş’un yokuşlarında yürürken,
her taşta bir anın izi var.
senin sesin,
hala taşların arasına sıkışmış bir rüzgâr gibi.
Delire…
sen gittin gideli güz çoğaldı buralarda.
bir yaprağın düştüğü her yerden
bir sessizlik büyüyor.
cami avlularında yankılanan eski dualar gibi,
söylenmeden kalan cümleler var içimde.
ve ben,
o sessizliğin ortasında
adını tutuyorum elimde —
bir yaprak kadar ince,
bir ömür kadar kırılgan.
sarı bir akşam bu,
göğü bile yapraklar örtmüş, maviyi unutmuş.
bir rüya gibi geçiyorsun içimden,
arkanda sarı bir iz bırakıyorsun.
belki bakırcılar çarşısı’ndan geçtin az önce,
bir el yapımı aynaya baktın,
beni hatırlamadan.
ben seni sevmeyi
güzden öğrendim, Delire.
solmayı,
susmayı,
ve kalmayı da.
eski taş duvarlar gibi,
çatlayan sıvalar gibi —
zamana direnip susmayı.
şimdi şehirde her şey sarı:
sokak lambaları,
yapraklar,
hatıralar.
sen bile,
yokluğunla bu renge karıştın.
Ve ben,
her sonbahar,
biraz daha senin olmadığın birine dönüşüyorum.
ama yine de,
her sarı ışıkta,
her düşen yaprakta,
her bakır sesinde yankılanıyor adın:
Delire…