Bildim, dedikçe daha da yanıldığımız bir dünya bu dostum, tesellimiz nisyanımız. Amansız bir yolculuk bu, zirvelere doğru tırmandıkça içimizi ürperten serinliği 'hayr' görüyoruz. Oysa orada fildişi kuleler var; aymazlığımızı derinleştirecek, hiçliğimize zeval getirecek, karartacak içimizin ekranını. Biz oyalandıkça rehavetin koynunda, bahaneler yıkıyor bedleri, hızlanıyoruz. Şu köşe kaldı onu da döndüğümüz vakit, aşikâr olacak tüm sır, ha gayret birkaç adım… Yaklaştık zannı ‘evreka’ çığlıklarına karışıyor; karıştırıyoruz burasında akla karayı. Havada pus, kalpte huzursuz bir çocuğun gözleri yuvalarından fırlıyor, bedende mahpus.
Zaaflarımızdan sevme-me-yi deniyoruz birbirimizi. Ah diyor içimin denizlerinde kaybolmuş insan tekim, ah! O seccadenin kıblesi neden karanlığımıza dönüktür de işlenmemişken dahi ürpertir içimizi günahkârlığımız? Kendimizle kalsa keşke; dilimizde yargı, bakışlarımız keskin, kurcaladıkça muhatabımızın gözlerindeki boşluğa sığma iştahımız… Sürekli şahitlik peşindeyiz; eşeledikçe imanımız pekişecek, gayretteyiz.
Meşrebince dostum, meşrebince. Niyetimiz halis belki ama çırpınışımız bedevice. Yakasından tutup sarsmak dürtüsünü gemleyebilsek yekdiğerimizin, manzarasına dikkat kesilebilsek, haddimizi bilsek mesela. O zirveden yere sayısız çakılışımızın gürültüsüne kulak kesilebilsek... Yanılgılarımıza yazgılı tarihimizi çekip çıkarsak tozlu raflarından hikayemizin, kurtulabilsek yargıcılığımızdan…
En büyük Yargıcı’dan daha kralcı, Merhametin Kalbi’nden hep daha uzağız. Kahrolmak için bütün deliller elde, daha neyin ‘insan’lığındayız? Aymazlığımızın şifası nerede?...
'Yargıcı' olmak ile 'doğrucu' olmak arasındaki ince çizgiyi nasıl çekebileceğimizi de bir yazınızda paylaşsanız keşke. Hayatımda bu ikilem arasında git gel yaşamaktan yorulduğumu söylesem pek de abartı olmaz sanırım.
YanıtlaSilDoğruyu kendinden menkul görünce insan, yargıcılığı keskin ve tahammülsüz oluyor. Aslında kalın kalın çizgiler var arada. Hep ‘kendinden başlayarak’ diyoruz ya, dilimize vuran doğrular bu düsturdan uzaklaştıkça zehre dönüşüyor. Ne söyleyene ne de dinleyene hayrı olmayan bir kör döğüşü.
YanıtlaSilDiyelim 'doğru' kendimizden menkul değil ve 'mutlak doğru' olarak bildiğimiz, inandığımız, iman ettiğimiz düsturlardan, prensiplerden, esaslardan neş'et ediyor. Bu durumda onu takiben 'doğrucu' olmak ile 'yargıcı' olmak yaftası arasında yaşanacak muhtemel ikilemlere, çelişkilere cevabımız ne olacak? Gönlümüz bile çelişiyor. Bir yanımız " 'doğru'yu söyle, 'Kural Koyan'dan daha mı merhametlisin? " sorgulaması ile muhatap olurken, diğer yanımız, "sana mı kalmış bunu söylemek, 'Yargılayıcıların En Büyüğü'nün hükmünün ne olacağını nerden bilebilirsin? " sorusuna muhatap kalmıyor muyuz? Hangi yolu takip edeceğiz bu durumda?
SilZaten bütün mesele de bu dengeyi tutturabilmekte. Ben de arayanlardanım bu çelişik sınırların neliğini nasıllığını. Doğrunun neşet ettiği kaynak öyle büyük bir mizan kurmuş ki, sürekli tetik hâli yaşatıyor yüreğe. Fazladan kurduğunuz tek bir cümle değil sadece, düşünce bile şirazeyi kaydırabiliyor. Mesela: Benim görebildiğimi ve şıp diye anlayabildiğimi nasıl göremiyor ve anlayamıyorlar? Bu bir hadd eşiği, aşmak an meselesi. Belki de senin sınavın görebilmen veya anlayabildiğin zannı. Bakın zan derken bile içerde bir ses 'yok canım' diyor. Yani zor mesele. Galiba sakin olmak, zaman ve mekânı koklamak, en önemlisi çok düşünüp az konuşmak lâzım. Üst perdeden iddia hep dönüp dolaşıp sahibini vuruyor, net bildiğim bu.
Sil