“Ağlamadan
dillerim dolaşmadan
yumruğum çözülmeden gecenin karşısında
şafaktan utanmayıp utandırmadan aşkı
üzerime yüreğimden başka muska takmadan
konuşmak istiyorum”
Neden kahreden kelimelere yaslanıyor hayat ve çığrından çıkıyor ölümler bile. Çocuklar ve kadınlar ellerime bulaşan kirliliği gözlerime yamıyorlar, karartılar eşliğinde. Sanki ruhum duvarlara çarpa çarpa varıyor toprağı kanla yıkanmış kederli şehirlere.
Bir boş beşiğin ucuna ilişiverdiğimde anlıyorum ki, dünyanın bütün yarınlarına la’netler yağıyor gökyüzünden. Uyanınca biteceğine inandığımız kahrolası bir rüya mı bu? Bundan mı gözlerimize değen yüreklerimizi kanatmıyor, kanattığında acıtmıyor bile. Bana acıyı anlaşılır kılan serinletici cümleler kurun ey insanlar; içinde kırları mesken edinen çocuklar olsun en çok. Çiçeklerine küçücük ellerin kokusu sinmiş bahçeler, ağaçlarında ayaklarına kan bulaşmamış kuşların yuvalandığı…
Annelerin bağırlarında kaskatı kesilmiş süt çocukları aşkına ! Ağlamak için bir çift göz arıyorum bu sokaklarda, haykırmak için geceyi gündüze katıyorum ama nafile. Ne yapsam gün doğuyor, nereye kaçsam hayat kovalıyor sonunda. Sığınamıyorum kendime bile. Sesime düşen cemrelerden uzağa, çok uzağa savrulmuş gibiyim; sadece beynimde uçuşup duran rakamlar, rakamlar, rakamlar…
İki yüzle üçyüz arası, yok yok üçyüzle beşyüz arası, seçin işte beğendiğiniz bir rakamı içlerinden, gerisini koyverin. Yanyana getirin dilerseniz, altalta sıralayıp çarpın birbirine. Bölün ya da hesabınız ucuzlasın diye. Rakamlar ve onlara ulanan insanlığımız kadar soğuk bir dünya nasılsa burası. Soğuk ve katı, savruk ve umarsız. Biz bu dünyanın göbeğinde rakseden sırıtkanlarız.
“Ağlamadan
dillerim dolaşmadan…”
Susmak, sonsuzca susmak ve kapanmak istiyorum yüreğimin mahzenlerine. Ayaklarına kan bulaşmış yeni bir yıl, insanlık tarihine denk düşen eski bir hikâye. İki yakamızda masum çocuk elleri…
dillerim dolaşmadan
yumruğum çözülmeden gecenin karşısında
şafaktan utanmayıp utandırmadan aşkı
üzerime yüreğimden başka muska takmadan
konuşmak istiyorum”
Neden kahreden kelimelere yaslanıyor hayat ve çığrından çıkıyor ölümler bile. Çocuklar ve kadınlar ellerime bulaşan kirliliği gözlerime yamıyorlar, karartılar eşliğinde. Sanki ruhum duvarlara çarpa çarpa varıyor toprağı kanla yıkanmış kederli şehirlere.
Bir boş beşiğin ucuna ilişiverdiğimde anlıyorum ki, dünyanın bütün yarınlarına la’netler yağıyor gökyüzünden. Uyanınca biteceğine inandığımız kahrolası bir rüya mı bu? Bundan mı gözlerimize değen yüreklerimizi kanatmıyor, kanattığında acıtmıyor bile. Bana acıyı anlaşılır kılan serinletici cümleler kurun ey insanlar; içinde kırları mesken edinen çocuklar olsun en çok. Çiçeklerine küçücük ellerin kokusu sinmiş bahçeler, ağaçlarında ayaklarına kan bulaşmamış kuşların yuvalandığı…
Annelerin bağırlarında kaskatı kesilmiş süt çocukları aşkına ! Ağlamak için bir çift göz arıyorum bu sokaklarda, haykırmak için geceyi gündüze katıyorum ama nafile. Ne yapsam gün doğuyor, nereye kaçsam hayat kovalıyor sonunda. Sığınamıyorum kendime bile. Sesime düşen cemrelerden uzağa, çok uzağa savrulmuş gibiyim; sadece beynimde uçuşup duran rakamlar, rakamlar, rakamlar…
İki yüzle üçyüz arası, yok yok üçyüzle beşyüz arası, seçin işte beğendiğiniz bir rakamı içlerinden, gerisini koyverin. Yanyana getirin dilerseniz, altalta sıralayıp çarpın birbirine. Bölün ya da hesabınız ucuzlasın diye. Rakamlar ve onlara ulanan insanlığımız kadar soğuk bir dünya nasılsa burası. Soğuk ve katı, savruk ve umarsız. Biz bu dünyanın göbeğinde rakseden sırıtkanlarız.
“Ağlamadan
dillerim dolaşmadan…”
Susmak, sonsuzca susmak ve kapanmak istiyorum yüreğimin mahzenlerine. Ayaklarına kan bulaşmış yeni bir yıl, insanlık tarihine denk düşen eski bir hikâye. İki yakamızda masum çocuk elleri…
(Yeni Edebiyat Yaprağı/4. Sayı)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder